..
   
 
  TÜRKÜ HİKAYELERİ

BEYLER BAHÇESİ  

BİR YILDIZ DOĞDU YÜCEDEN  

ÇIKTIM BELEN KAHVESİNE (ORMANCI)  

DEBRE'Lİ HASAN  

DENİZ ÜSTÜ KÖPÜRÜ  

DEVRENT DERESİNİ DUMAN BÜRÜDÜ  

EREĞLİ'DEN ÇIKTIM SÖKÜN EYLEDİM   

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI  

HEKİMOĞLU   

İSLAMOĞLU    

KARAKAŞ GÖZLERİN ELMAS  

KATIRCIOĞLU  

KIRMIZI GÜL DEMET DEMET  

KİRAZ ALDIM DİKMEDEN  

KİZİROĞLU MUSTAFA BEY  

KOZANOĞLU AVDAN GELİR  

KÜTAHYA'NIN PINARLARI  

MELİK ŞERİF DÜZÜ  

MENTEŞELİ  

MİHRALİ BEY  

MOLLA AHMED'İN TÜRKÜSÜ  

PENCEREDEN BİR TAŞ GELDİ  

PENCEREMİN ALTINDA ZERDALİ DALIMISIN

POS POS KÖPRÜSÜ  

SAZALCADAN ÇIKTIM (HALİME)     

ŞEN OLASIN ÜRGÜP DUMANIN GİTMEZ  

YANDIM HUDEY TÜRKÜSÜ  

YARİM İSTANBUL'U MESKEN Mİ TUTTUN  

YOZGAT SÜRMELİSİ  

YÜKSEK YÜKSEK TEPELERE EV KURMASINLAR

ZAHİDE  

 

 

 

Beyler Bahçesi 

Rumeli türküleri içerisinde en önemli oturak havalarındandır.
 Davulcu ve zurnacıların en çok zorlandığı ağır ve coşkulu
türkülerdendir. Devir; İskece ve Gümülcine'de beylerin hakim
olduğu devirdir. Gümülcine'de Alestoğlu gibi ağaların, Karamusa

 ve Yardımlı beyleri gibi ciflik sahiplerinin fedailer besledikleri,
 aralarındaki toprak kavgalarını veya başka husumetleri silah
 yoluyla hallettikleri yine İskece beylerinin himaye ettikleri peh-
livanları ile un saldıkları, devirdir. 
Yüz yüz elli yıl öncesine ait donemde bu beylerin devam ettiği,

içinde büyük çınar ağaçlarının bulunduğu bir içkili işret eğlence
yeridir Beyler Bahçesi. Tahminlere göre, Gümülcine'de bugünkü
 şehir stadı karşısında mezarlıklar arasındadır, bu halka pahalı
 eğlence sunan yer (Daha yakın devirlerin meşhur Narlı-Bahçe'si gibi)

Söylentiye göre beylerden biri, (hangisi olduğu bilinmiyor)bu bahçede-

 yeşil gözlü bir güzele vurulur,onun uğruna malini mülkünü ziyan eder. 

Bu aşk macerası sonucu, söz konusu bahçe türkülere konu olur.

Beyler de bahçesinde bir ulu çınar
Çınarın dallarında validem kandiller yanar
İnsan da sevdiğine böyle mi yanar
Ağla hey gözlerim kan ağla ayrılık günü
Söyle hey dillerim sen söyle muhabbetin sonu

Beyler de bahçesinde al yeşil çadır
Çadırın içinde validem sevdiğim yatır
Benim sevdiğimin gözleri çakır
Ağla hey gözlerim kan ağla ayrılık günü
Söyle hey dillerim sen söyle muhabbetin sonu. 

Bir Yıldız Doğdu Yüceden

 

Bir yaz mevsimi koyunculuk yapan bir grup yaylaya çıkar.

Bu grup içinde sözlü olan iki de genç vardır. Gençler yaylada rahatça

 buluşabilecekleri için seviniyorlardı. Çünkü köyde evleri yakın olduğu için

 komşuların görme tehlikesi vardı. Bir gün iki sevgili gündüzden bir buluşm

 yeri tespit ederler ve derler ki; bu gece şu kayanın dibinde buluşalım.

Gece olur ve oğlan erken saatte kayanın dibinde ayın inmesini ve sevgilisinin

 gelmesini bekler. Şans bu ya; ay iner inmez arkasından yörede "Sarı Yıldız"

adı verilen Şafak Yıldızı doğar ve ay ışığından hiç de farkı olmayan yıldızın

şavkı her yeri aydınlatır. Bu yüzden kız da kendisini bir gören olur diye sevgi-

lisininyanına gelemez. Oğlan da o gece sevgilisi ile buluşmasına engel olan

sarı yıldıza bu türküyü söyler.

 

 

Kaynaklar:

ONGAN, Halit, Niğde Halk Türküleri, s.28,Niğde Vilayet Mat.,Niğde,1937

 

Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz

 

 

Çıktım Belen Kahvesine: Ormancı Türküsünün Doğuşu

 

Nuran Baygül 1

 

Muğla'nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da

, 1922 yılında bir efe doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa çocuğudur.

 Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın

 canciğer arkadaşıdır. Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse he

 akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapıla

n bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu olayların mük-

afatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı, Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaş-

lığa kan damlar, öfke seli karışır. Uğursu hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır

 söylenegelen bir drama dönüşür.

 

Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider

O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli'yi görmeğe, Yatağan ilçe Milli Eğitim

 Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar olmadığı için misafirleri her zaman olduğu gibi,

 Mustafa Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp yemeğe götürür.

Döndüklerinde Muhtar'ı kendilerini bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip,

 yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn,

 çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın olmuştur.

1946 seçimlerinin evrakları Yatağan'a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan'a, köy

 bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının bir an önce ilçeye

götürülmesi için, bekçiyi Muhtar'dan ister. Muhtar:

-Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem

 der. Bunun üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda:

-Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et, der.

 

Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir. Dama masasını bir yumrukta

darmadağıneder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı'ya

 bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için

kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler savurmaktadır.

 Küfürler Mustafa Şahbudak'ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar,

 Ormancı'nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet'in, kamasını çıkarıp Mustafa

Şahbudak'ın sol kolunun pazısından yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı

 korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. İşte ne olursa, o an olur!

 

Muhtar, Ormancı'nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği

çoktan çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın

 diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir.

 ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer.

 

Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa

Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik'i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde

 Tevfik'i, tahta bir sal üzerinde Muğla devlet hastahanesine götürürler. Tevfik, çok kan

 kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey'e:

 

Babamın selamı var, bu adamı iyileştir. der.

Veli Bey:

-O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O sırada Tevfik eliyle işaret edip

 Mustafa'yı yanına çağırarak:

-Ben ölüyorum hakkını helal et. der.

Mustafa:

-Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya başlar. Aslında orada herkes efelerin

ağlamadığını bilir. Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır.

Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını

 öldürdüğü için polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza. Evindeyken

 her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı'ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan

sonra köyde kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister.

Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra

 oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris'te ölür.

 

Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını

anlayıp, Muğla merkeze yerleşir.

 

Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli'yi tek

kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır. Muhtar'ın

eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri

 İzmir'e yerleşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam

etmekteler.

 

Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa'ya bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında

 bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır. Değirmenci Tahir

 Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay

 da bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan, herkesin diline düşen türkü

 ''Ormancıdır.'' Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları,

 tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok incinmiştir.

 

Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise ''Bay Mustafa" adı ile yer almıştır.

 

Ormancı Mehmet'in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık

duyarak ve memleketinde barınamayarak ödedi demek yanlış olur.

Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.*

 

 

ORMANCI TÜRKÜSÜ

 

Çıktım Belen kahvesine baktım ovaya

Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya,

Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,

Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı

Aman Ormancı, canım Ormancı

Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

 

Gevenes' in ortasında, değirmen döner,

Değirmenin suları, dağından iner,

Ormancı'ya atılan kurşun, Tevfik' e döner,

Tevfik' in feryatları, yürekler deler,

Aman Ormancı, canım Ormancı

Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

 

Gevenes' in suları hoştur içmeye,

Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye,

Tevfik' imi vurdular, hiç mi hiç yere,

Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine

Aman Ormancı, canım Ormancı

Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

 

*Derlemeyi yapan Kemal Erdinç.

 

1-Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili Okutmanı

 

 

 

Debreli Hasan

 

Debreli Hasan, Drama'da yetişmiş. Debreli namıyla mübadele öncesi

donemde Drama-Serez-Sarisaban bölgelerinde faaliyet göstermiş bir

halk kahramanı eşkıyadır.

 

Drama köprüsünü,o devrin haksızlıkla para kazanan halkı ezen

zenginlerinden aldığı haraçla yaptırmıştır. Debreli Hasan'ın yaşadığı

,donem kesinlikle bilinmemekle beraber Cakircali Efe ile çağdaş olduğu

görüşleri,hatta atıştıklarına dair hikayeler onun 1870-1920 yılları

 arasında Makedonya dağlarında egemen olduğunu göstermektedir.

 Bu konuda halk arasında söylenen menkıbeye göre;Selanikli Yahudi

bir tüccar ticaret için İzmir'e gidecektir."Eğer bu civar dağlarda

 hükümran olan Debreli'den geçsen, Ege dağlarında Cakircali'dan geçemezsin.

"denir, kendisine. Nitekim de öyle olur.

 

Debreli'nin çetesinde pek çok kişi yoktur. Bilinen Kara kedi namıyla

 bir tek kızanı olduğudur. Halka onu sevdiren eşkıya kişiliğinin en ustun

tarafı ise fakirlere yardim etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri

evlendirmesidir. Bu konuda şöyle bir menkıbe de vardır. "Evlenmek niyetinde

olan dağlı bir genç,tek danasını almış, İskece pazarına inmektedir. Yolu,

Debreli Hasan tarafından kesilir. Delikanlının evlenmek için parası olmadığını

 anlayanca Debreli kendisine düğün için yetecek parayı verir ve ayrıca danasını

satmamasını salık verip uğurlar."

 

Makedon dağlarının Debreli'si sonunda padişah affına uğrar veya söylentiye

 göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayı başarır ve

Türkiye'ye göç eder.

 

Kısacası Rumeli Türklerinin gönlüne yerleşmiştir efsanesiyle Debreli Hasana.

 

Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez

Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

 

Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın

Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandın

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

 

Drama köprüsü Hasan dardır daracık

Çok istemem Yanko Corbaci bin beş yüz liracık

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

 

Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin

Ecel şerbetini Hasan ölmeden mi içtin

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin

Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.

 

 

Kaynak:

Öyküsüyle Türküsüyle

Batı Trakya Türküleri

Reşit Salim- Osman H. Arda

 

 

Deniz Üstü Köpürü

 

Şu Ula'nın düğünleri düğündür hani...

 

Erkekler oğlan evinde yiyip içip yan gelirler; kız evinde de eğlence

 gırla gider. Bağda üzüm toplayan, bahçede sebze çapalayan, tarlada

 tütün kıran kızlar; düğün günü, güzellik suyuna batıp çıkmış gibi olurlar.

 Düğünlüklerini giyip, saçlarını tarayan kızlar, huri-melek kesiliverirler.

 

Tef vurup cümbüş çaldı mı; kendinizi düğünde değil, periler

 ülkesinde sanırsınız. Kızlar salınır da, meydan kız görür.

 

Bu yüzden, Datça'lı Durmuş :

Senin çocuk kara-mara ama, hayli şirin yahu! diyenlere, göğsünü gere

 gere şu karşılığı verir:

-Eee, ne olsa O'nun anası Ula'lıdır...

Demesi o ki Datça'lı Durmuş'un; Ula'nın havası-suyu, güzellik

ılıcasından daha etkilidir. Bundan olacak, ULA köylüklerinin köylüleri

oğullarını ortaokulda okusun diye, kızlarını yorgan -dikiş öğrensin diye

 Ula'ya yollamanın yolunu ararlar.

 

Çaydere'li Osman, dayısıoğlu Nasuh Çavuş'un gelin almasında Ula'ya geldi.

Alay, koca Marçal dağlarını aşıp Ula'ya geldiğinde, kız evinde çalgı-çengi

sürüp gidiyordu. İlçenin genç kızları halka olmuş; <<Ay alaylar bulaylar –

Temeli de süzgün alaylar>> oyununu oynuyorlardı.

 

Osman, hayat (avlu) kapısının yanındaki duvarın üstüne dikilip, oynayan

kızlara bir göz gezdirdi. Gözleri bir kızın üzerinde mıhlandı kaldı. Hay

 bakmaz olaydı! Osman'ın gönlü ırmak olup, Balcıların kızı Gülayşe'ye akıverdi.

 

Çaydere'li olanca gücüyle asıldığı halde, bakışlarını Gülayşe'den

 koparamıyordu. Sanki herkes Osman"ın kime, hangi duyguyla baktığını

eziyordu. Osman ne gözlerine söz geçirebiliyordu, ne de gönlüne... Artık gönlüne kendi beyni değil; Gülayşe buyruktu.

 

Gülayşe ile ona bakmış, gülümsemiş miydi, ne!

 

Osman, gelin alayıyle birlikte Çaydere'ye dönerken; <<içimde bulgur kaynıyor: kafamda kireç söndürülüyor>> dediği zaman, yanındaki Çiftçilerin Mehmet; <<Osman mı anlamsız konuşuyor, ben mi anlamıyorum...>> demekten kendini alıkoyamadı.

 

O günden öte Osman, ULA düğünlerinin çağrılmayan konuğu olmuştu. Çizmelerini parlatıp atına atlıyor, soluğu Ula'da alıyordu. Marçal dağlarında, Kabaca Pıynar'ın dibindeki yatıra mum adayıp, Gülayşe'ye kavuşmak için dua etmeyi unutmuyordu.

 

Çoğu düğünlerde Gülayşe'yi görmüyordu. Ama bir de gördü mü, içinin tüm denizleri köpürüyordu.

 

Yine böyle bir düğünde, Gülayşe'ye <<gel Ayşe>> diyecek cesareti toplayabilmek için, birkaç şişe rakıyı su gibi içti. Neydi o öyle? Ayşe mi dönüyordu, dünya mı?

 

Derken biri ilişti koluna:

 

-Gel be dost, dedi, <<derdin var anlaşılan. Gel bizim meclisimize katıl...>>

 

Çaydere'li Osman, kendini Ula'lı gençlerin sofra kurdukları hasırın üstünde buldu. Herkes dostça bakıyordu kendisine. Merhabalaştıktan sonra, bir kadeh sundular ona da.

 

Dülger Bekir'lerin Selver, bağlamasını düzenleyip, telleri üzerinde, telleri gezdirirken sordu :

 

-Merakımı bağışla Osman arkadaş UIa düğünlerini kaçırmayışının nedeni ne ola ki?

 

O güne dek bağlamayı eline bile almamış olan Çaydere'li Osman, birden irkildi. Yeniden doğmuş gibi oldu. Selver'in elinden bağlamayı aldı. O gün çalıp çığırdığı, sevilen bir Ula türküsü olarak günümüze kaldı. Kuşkusuz yarına da kalacak :

 

<<Deniz üstü köpürü, ah yarim, lilay lilalay Iom

Kayığa da binsem götürür ah yarim ah

Benim de buraya geldiğim ah yarim lilalay lilalay lom

Bir güzelden ötürü ah yarim ah

 

Karıncanın katarı ah yarim lilalay lilalay lom

Yüreğime değdi batarı ah yarim ah

Benim de buraya geldiğim ah yarim lilalay lilalay lom

Bir güzelin hatırı ah yarim ah>>

 

 

Kaynak:

Ahmet Günday

Bağlama Metodu

Notaları ile Halk Türküleri

ve Türkü Hikayeleri              Nisan 1977

 

 

 

Dervent Deresini Duman Bürüdü

 

Bir tek Dervent Deresi'ni mu duman bürümüş ki? Kara bulutlar dolaşıyor yurdun birçok yeninde. Fransızlar Adana'da, Antep'te, Mersin'de cirit atarken, Yunan Ege'yi parsellemiş. İngiliz'in, Alman'ın hesapları daha başka. Sözün kısası, sömürgeciler, pay etmiş yurdumuzu. Buna razı olmayanlar, yer yer çeteler kurmuş, kimi dağa çıkmış, kimi ovada vuruşuyor. Baştakiler derseniz, danışıklı zaten, sen bana ilişme, ben sana.

 

Devir cumhuriyet öncesi. Ege dağları da çatal yüreklerle dolu. Yurdun işgaline gönlü razı olmayanlar, efeler, zeybekler, kızanlarını toplayıp çıkmış dağa. Bir yandan düşmanla savaşıyor, öte yandan onlara yardım edenlerle. Toz duman, dost düşmana karışmış.

Bir yanda gerçek yurtseverler, canını dişine takmış yurdunu savunanlar; öte yandan işgalciler ve onların şakşakçıları. Bir de çapulcular var. Fırsatı ganimet bilip, soygun için, yol kesmek, ırza geçmek için dağlara çıkan var. Böylesine toz dumana karışık. Kimin ne olduğu belli değil. Kendine "Efe" diyen çıkıyor dağa. Vuruyor, kırıyor, yol kesiyor, bel kesiyor. Salıyor adamlarını aşağı ünlü bir efenin adını verip, para istiyor, mal istiyor. En çok da bunlar uğraştırıyor çeteleri. Bir tek yol, bel kesmekle kalmıyor bunlar, bir de düşmana ihbarcılık, şakşakçılık yapıyorlar. Sözün kısası, Ege dağları kaçak dolu. Kanlıkısık'ta çakırcalı, Kahrat,'ta Gökçen Efe, Bozdağ'da Avcı, Aydın dağlarında Poslu Efe tirim tirim titretiyor yöreyi. Olandan alıp, olmayana dağıtıyor bunlar.

 

Bunların arasında bir de Gavur Ali var. O da kendine Efe dedirtenlerden. Ama işbirlikçi. İşgalcilerin adamı. Yol kesen cinsinden. Türkümüze konu olan olayın bir ayağı işte bu Ali.. Namı diğer Gavur Ali. Ödemiş'in Kaymaklı köyünden Gavur Ali... Varsıl bir ailenin oğlu. Bir de kızkardeşi var Ali'nin. Güzelliği dillerde. Boylu, poslu endamlı bir kız Ayşe. Köyde kimse adıyla çağırmıyor Ayşe'yi, tatlı dili nedeniyle herkes "Dudu" diyor Ayşe'ye. Dudu aşağı, Dudu yukarı.

 

Bu türkünün öyküsünü anlatanlar, aynı köyden Süleyman'dan söz ettiler. Türkünün kahramanının adı Süleyman onlara göre. Ne ki türküyü okuyanlardan kimi "Musa" olarak okuyor. Kimi yazılı kaynaklarda da "Edepli" olarak geçiyor kahramanın adı. Kitabın girişinde de açıkladığımız gibi, televizyon programı için türküde geçen adın Süleyman olduğunu saptadıkları için biz de öykümüzü Süleyman üstüne kurduk. Türkünün de Süleyman adının geçenini seçtik. Elimize geçen "Musa"lı notayı da kitabın sonuna ekledik. Aslında bu durum ilk kez bu türküyle çıkmıyordu karşımıza. Ne ki, bu türkü birkaç isimle ama aynı ezgiyle okunduğu için, daha göze batıyordu.

 

Bunları açıkladıktan sonra, dönelim öykümüze. Ödemiş'in Kaymaklı köyünden Süleyman. Aynı köyden Dudu'ya tutkun. Ne ki Süleyman, çok türkümüzün öyküsünde olduğu gibi, Dudu'ya göre daha yoksul. Ama gönül bu! Bir de şu var ki, kimseye de eyvallahı yok. Bir tek Dudu'ya boynu eyik. Dudu'ya bağlı. Arada bir gizlice buluşup söyleşiyorlar. Yol yordam arıyorlar. "Babam keçi inatlıdır. Bir kere yok dedi mi, he dedirtemezsin. Nuh der Peygamber demez. Ali abim dersen, gavurun teki. Kendini düşünür. Bizi dileyimizce başgöz etmez bunlar. En iyisi kaçıp gidelim. Abim zaten dağda. Araya zaman girince hepsi yumuşar. Birkaç ay başka yerlerde kalırız sonra da, onların gönlü olur. Döner geliriz köye" diyor Dudu. Süleyman dünden hazır. Tek kaygısı Gavur Ali'nin kini. "Ali kinlidir. Dağa çıkalı burnu daha da büyüdü. Rahat komaz. İz sürüp ayırır bizi" diyor bir yandan; öte yandan da başka çıkar yolumuz yok. Kaçacağız. Kinleri bitene kadar görünmeyiz. Yarına hazır ol Dudu'm. Yarından tezi yok gidelim."

Varıp anasına da açıyor durumu Süleyman. "Böyleyken böyle. Yarın gece Dudu'yu alıp gidiyorum ben. Bu işin başka oluru yok. Dudu da böyle istiyor. Anası basası karaçalı. Aradan çekilmiyorlar. Görsünler el mi yaman, bey mi?"

 

Anası karşı duruyor. "Aman oğul, onların şerrini üstümüze çekme. Ali "gavur" adını boşa almadı. Elin gavuruyla bir olup, bizim efeleri ele veriyor. Gaddar adamdır Gavur Ali. Deve kinlidir üstelik. Vazgeç oğul. Biraz daha sabret. Belki taş yürekleri yumuşar. Gün doğmadan neler doğar. Bakarsın efeler haller Gavur Ali'yi. Ali giderse belleri kırılır. Rıza gösterir anası babası."

Şunu diyor, bunu diyor. Ama Süleyman duymuyor. "Dudu'yu yarın gece kaçıracağım. Bu işin bekleri yok. Nerden inceyse orda kırılsın". Ne desin anası. Gözünün nuru, evinin direği bir oğul. "Kendini iyi kolla. Bu gavur hınzırı şeytanla çomak oynar. İyi de iz sürer. Faka bastırmasın seni. Tuzağa düşme. Al, uzaklara götür Dudu'yu. Bizi de habersiz koma."

Gün aşıp akşam olunca, atını eğerleyip, heybesini terkisine atmış Süleyman. Gecenin karanlığında varıp beklemiş. Dudu'yu kavil yerinde. çok geçmeden Dudu gelmiş elinde bohçasıyla. Kuş gibi çarpıyor yüreği Dudu'nun. Tez elden boşçayı yerleştirmişler heybeye. Binmiş atın terkisine Dudu. Dehlemişler. Dervent Deresi'ne. çevirmiş başını atın. Vurmuş mahmuzları.

 

Sabaha yakın Ödemiş'i tutmuşlar. Varıp bir arkadaşının kapısını çalmış Süleyman. Zaten haberli arkadaşı. Bekliyorlar. Buyur etmişler içeri. Gereken izzet ikramı göstermişler.

Ertesi gün Dudu'nun evinde anlaşılmış mesele. Anasıbabası cin atında. "Vay gahbenin oğlu vay! Gidinin oğlu! Demek bunu yapacaktın bize. Alacağın olsun. Bunu yanına bırakırsak" diye haykırıyorlar. çok geçmeden de Gavur Ali iniyor köye. "Vay gahpe analı vay! Ulan şerefimizi beş paralık ettin be! Bunu kormuyum yanına. Beş mecitlik kurşun helal olsun sana. Gördüğüm yerde mıhlamasam da Gavur Ali demesinler. Benim bacımı kaçıracan ha! Alacağın olsun" deyip bangır bangır bağırıyor köy kahvesinde.

 

Şu da var ki, köylü içten içten keviniyor. "Oh oldu! Dinsizin hakkından, imansız gelir! İyi etti Süleyman. Oh etti! Burnu sürtsün azıcık gavurun. Anlasın dünyanın kaç bucak olduğunu" diyor.

 

Gavur Ali fellik fellik arıyor Süleyman'ı. Haber salmadığı yer kalmıyor. İzini sürüyor. Arıyor tarıyor boş. Süleyman'la Dudu kayıp. Aradan haftalar geçiyor, ııh! Aylara geçiyor. Yok. Bir haber çıkmıyor. Gavur Ali küplerde. Deliler gibi dönüyor ortalıkta. Bakıyor olacak gibi değil. İşin şeytanlığına kaçıyor. "Canım ne var ki aramızda. İki gönül bir olup, karar vermişler. Kan davası mı var aramızda. Gençler. Bir hatadır yapmışlar. Gelsin el öpsünler barışalım. Et tırnaktan ayrılır mı? Ne de olsa eniştemiz sayılır. Herkes yanlış yapabilir" diye dedikodu salmış ortalığa.

 

Bu sözler varıp Süleyman'ın kulağına ulaşmış. Bir yandan yakalanmak korkusu, bir yandan arkadaşına fazla yük olma duygusu, zaten üzüyor Süleyman'ı. Köylüleri gelip Gavur Ali'nin yumuşadığını söyleyince seviniyor Süleyman. Tez elden hazırlığnı yapıyor. Dudu'ya da anlatıyor durumu. "Ali'nin yüreği yumuşamış. Gelsin el öpsünler, barışalım diyesiymiş. Usandım gizlenmekten. Bitsin bu korku. Bu kaçış. Gider babanın, ananın elini öperiz. Üçemmi dayı da girer araya. Olur biter."

 

Dudu kararsız. Dudu korkulu. "Sen onları bilmezsin. Deve kini vardır bizimkilerde. Şeytanlığına düşünüyorlar bu işi. Benim gönlüm razı değil. Ama sen bilirsin."

Sözün kısası, akşama doğru atlarına binip, koyulmuşlar yola. Dervent Deresini yatsıya doğru tutmuşlar. Dervent Deresi de dere. Dumanlı dere. Boranlı dere. Göz gözü görmüyor. Zor güç yol buluyorlar. Gecenin bir yarısında da Kaymaklı'ya ulaşıyorlar. Anası babası sarmaş dolaş Süleyman'ın. Süleyman'ı bırakıp Dudu'ya sarılıyorlar; onu bırakıp yine Süleyman'a sarılıyorlar. Durumu sergiliyor baba. "Gavur Ali'nin gönlü oldu. Gelip el öpsünler dermiş. Babası anası da onun ağzına bakıyor. Sabah üçbeş büyük de bulalım, birlikte gidersiniz. Olur biter."

 

Sabahı zor etmiş Süleyman. Tez elden kalkıp kahveye inmiş. İnmiş ki büyüklerden birkaç kişi alıp, kayınbabasına gitsinler. Girip selam vermiş kahvedekinlere. Dostlarla sarmaş dolaş, hoşbeş. Demeye kalmadan, kahve kapısı bir tekmeyle açılmış. Gavur Ali hışınla girmiş içeri. Süleyman arkadaşlarıyla masada oturuyor. Doğruca Süleyman'a yürümüş Ali. "Vay gahpe dölü vay. Vay ki düştün tuzağıma sonunda. Sen kim, benim bacımı kaçırmak kim? Benim şerefimle oynayacak adam mısın sen?" deyip, belinden beşlisini çıkarmış. Alnına çevirmiş namluyu. Süleyman ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan yıkılmış yere. Kaymaklı kahvesi anababa günü. Masalar sandalyeler girmiş birbirine. Gavur Ali silahını kınına koyup, çıkmış dışarı. Dağ yolunu tutmuş yeniden.

 

Dudu haberi duyunca yerlere atmış kendini. Süleyman'ın anasıbabası deli divane. "Yediler oğlumu. Kalleşlikle yediler" deyip yerlerde sürünüyorlar.

Olay halkın diline başka yansıyor. Dervent Deresi'nden alıp, Kaymaklı kahvesine türküyle taşıyorlar olayı. Varıp varıp günümüze de türküyle ulaşıyor.

 

 

DERVENT DERESİ

 

Dervent Deresi'ni duman bürüdü,

Dumanın içinde Dudum yürüdü,

Kaldır Dudum kollarını göster yüzünü,

Dudumun yollarında kıydım canımı.

Kaymakçı kahvesinde masa kuruldu,

Masanın başında Süleyman vuruldu,

Saatine varmadan Ödemiş'e duyuldu,

Kaldır Dudum kollarını, göster boyunu,

Dudumun yollarında kıydım canımı.

 

 

Kaynak:

Yaşar Özürküt

Öyküleriyle  Türküler 3

İstanbul, 2002

 

 

Ereğli'den Çıktım Sökün Eyledim

 

Ali Ercan, Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri adlı kitabında "Sabi Baba" isminde bir kişiden dinlediği bu türkünün hikayesini aynen şöyle anlatmaktadır:

 

"Orta köyde Tahir efendi adında bir halk şairi varmış. Bu zât sazını kendi zevki için çalarmış. Altında atı, terkesinde sazı, şehir şehir, kasaba kasaba dolaşırmış. Günlerden bir yaz mevsimi Ereğli'ye gezmeye gidiyor. Şehre girmeden bir ağaçlık, su kenarında bir kaç aşiret çadırına rastlıyor. Çadırların bir tanesinden güzel bir kız ellerindeki helkeleri,saçları iki bölük,yakınındaki pınara su doldurmaya gidiyor. Tahir efendi kızı görünce aşık oluyor. Kendisini tanıtıyor ve Allah'ın emri ile de kıza evlenme teklifi yapıyor. Kız ise Tahir efendiyi ayaktan başa kadar süzdükten sonra teklifi kabul ediyor. "Yalnız babam Adana'ya gitti, bir hafta sonra gelir, o zaman gel ve beni babamdan iste" diyor.

 

Tahir efendi hemen geri Ortaköy'e döner ve en yakın akrabasına,eşine,dostuna durumu anlatır ve bir haftayı sabırsızlıkla bekler. O bekleye dursun ,kızın babası üç gün sonra dönüyor. Kızının durumunda bir takım değişiklikler seziyor. Vaziyeti başka bir şahıs tarafından da öğrenen baba,bu işe asla razı olmuyor. Hemen çadırı,çatmayı yüklenip Adana tarafına doğru yollanıyor. Bir hafta geçiyor ve Tahir efendi dünürcülerini toplayıp Ereğli'ye hareket ediyor. Çadırın olduğu yere geldikleri zaman hepsi şaşırıyorlar. Çünkü çadırın yerinde yeller esmektedir. Tahir efendi Sevgili Hüsne'sinin ayak izinden başka hiçbir şeye rastlayamıyor. Sonsuz gam tülüne bürünen Tahir efendi çeker sazını, vurur mızrabını ve bu türküyü yakar."

 

 

Kaynak:

ERCAN,Ali,Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri,s.24,25,Niğde İl Basım

Evi,Niğde,1965

 

Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz

 

Hastane Önünde İncir Ağacı

 

Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır.

 

 

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI

 

Hastane önünde incir ağacı

Doktor bulamadı bana ilacı

Baş tabib geliyo zehirden acı

 

  Garip kaldım yüreğime dert oldu

  Ellerin vatanı bana yurt oldu

  Mezarımı kazın bayıra düze

 

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza

Başına koysun, karalar bağlasın

Gurbet elde kaldım diye ağlasın

Hekimoğlu

 

Hekimoğlu derler benim de aslıma

Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime

Konaklar yaptırdım döşetemedim.

Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim

 

Konaklar yaptırdım mermer direkli

Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli

Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi

Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi

 

Çiftlice Muhtarı puşttur pezevenk

Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek

Hekimoğlu derler bir ufak uşak

Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek

 

Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.

 

Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.

 

İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.

 

Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.

 

Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,

kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.

 

Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.

 

Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

 

işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada.

 

Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :

1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

 

2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya

kadar geliyor ve burada ölüyor.

 

Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.

 

Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.

Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir.

 

 

 

Kaynak:

Mehmet Bayrak

Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri,

Yorum Yayınları Ankara 1985

 

İslam Oğlu

 

Bundan 200 yıl kadar önce uşak yöremizde İslam oğlu adında biri yaşarmış .

 

İslam Oğlu köyünde, yufka yürekli tanınan iyilik sever kimseyi incitmeyen bir insanmış.

 

Cana kıyacağı kimsenin aklından bile geçmeyen İslam Oğlu bir gün kahvede otururken ufak bir münakaşa sonunda arkadaşını öldürüyor. Ve dağa çıkıyor.

 

İslam Oğlu nun peşine bir çok zaptiye salınıyor fakat aylarca ele geçmiyor.

 

Bir gün köyün yakınlarında ulu bir çınar ağacının altında otururken köylüler İslam oğlu nu görüyorlar. Hemen zaptiye ye haber salınıyor. İslam oğlu aptestini almış tam namaza durduğu sırada zaptiyeler kendisine ateş açıyorlar. İri gövdeli İslam oğlu ulu çınar ağacına yaslanıp öylece kalıyor.

 

Yere yığılmayan İslam oğlunu ölmedi zanneden köylüler 4 gün yakınına varamıyorlar. 4 gün sonra ceset yere yıkılıyor.

 

İslam oğluna yakılan bu türkü bugün hala uşak yöresinde düğünlerde söylenir.

 

Ellerde kaşıklar çalınarak, kıvrak zeybek olarak oynanır.

 

 

İslam oğlu efem derler benim şanıma

Üç atlı gelemiyor yanıma

 

İslam oğlu iner gelir inişten

Her yanları görünmüyor gümüşten

 

İslam oğlu kale yapar taşınan

Gözlerim doldu alkan ile yaşınan

 

 

Kaynak:

Ahmet Günday

Bağlama Metodu

Notaları ile Halk Türküleri

ve Türkü Hikayeleri              Nisan 1977

Karakaş Gözlerin Elmas

 

Güfte ve bestesi tamamen bana ait bulunan yukarıda başlığı taşıyan bu türküm bazı asılsız dedikodulara da vesile olmuştur. Ben bu durumu hiçbir zaman üzülmedim. Bilhassa sevindim.Çünkü, yurdum Niğde’deki müzik sever insanlar ruhunda çöreklenen bir şüpheyi, öğrenmekle yetinecekler kanısındayım.

 

Gerek sözle, gerekse gazete ve mektupla, bu türkünün hakiki sahibini öğrenmek isteyen ve yakın alaka gösteren vatandaşlarıma burada ayrı ayrı teşekkür ederim.

 

1948 yılında İstanbul da çalıştığım bir pavyonda, Emel adımla kara kaşlı, kara gözlü, hafif esmere kaçan tenli bir kıza tutulmuştum. Bu her bekar insanda olagelen, tabiat ananın sevki tabii dedikleri bir kanundu.

 

Aradan yıllar geçmesine rağmen Emel’i hiçbir zaman unutamıyorum. 1959 yılında Gaziantep öğretmen okulu müzik öğretmeni Nezihi Babacaner’in daveti üzerine Gaziantep’e. Öğretmen Okulunda yapılacak folklor topluluğuna iştirak etmek üzere gitmiştim. Bu sırada bir pavyonla anlaştım ve çalışmaya başladım. Aksam sahneye çıktığımda Emel’i de o pavyonda gördüm. Aradan onbir yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen tesadüfler yine birbirimizi bir araya getirmişti.

 

Yattığım yatakhanenin karşısındaki odada Emel’in de yatak odası vardı. İlk aşkın verdiği hazzın tesirinden kendimi kurtaramamış olmalıyım ki o gece sabaha kadar uyuyamadım.

Şafak sökerken kapım vuruldu ve yaşlı bir hanım yanıma geldi. Evladım niçin uyumuyorsun dedi. Bende kalbimdeki duyguları yaşlı hanıma anlattım. Meğer yaşlı hanım Emel’in annesi imiş. Biraz sonra Emel de yanımıza geldi. Artık dedi, aramızdaki dağlar burada sona ermeli. Nede olsa kalp ferman dinlemez derler. Fakat Emel’in annesinin yaşlı ve gittikçe çirkinleşen hali bana bir acayip görünmüş olacak ki, o anda, mısralarını aşağıda okuyacağınız KARAKAŞ GÖZLERİN ELMAS türküsünün beste ve güfteleri bende bir şimşek hızıyla uyanıverdi. Onlar gittikten sonra kaleme ve kağıda sarılarak türküyü yazdı ve akşama pavyonda okumak üzere de kendi kendime sazımla talimini yaptım. Bu suretle bu türkü o anda ve o saniyede orada bestelendi ve güftelendi.

 

Niğde’ye konser vermek üzere gelen Aliye Akkılıç’a da aynı türkümün bestelerini verdim. Emin Aldemir ile birlikle Niğde’de 1960 yılında söylediler ve çaldılar.

 

İşte bu tarihten den sonra türküm yurdun dört bucağına yayık vermekle günümüzün meşhuru oldu.

 

 

Karakaş Gözlerin Elmas

 

Karakaş Gözlerin Elmas

Bu Güzellik Sen De Kalmaz

Pişman Olun Kimseler Almaz

Annene Bak Gör Halini

 

 Gel Güzelim Beni Yakma

 Seni Seven Kalbi Yıkma

 Allah Dahi Kalbi Yıkmaz

 Öldürücü Gözle Bakma

 

İnsanların Kalbi Belli

Canlıları Yaşatan Odur

Bir Saniye Gönlünü Kır Da

Gel De Benim Kalbime Gir

 

 Gel Güzelim Beni Yakma

 Seni Seven Kalbi Yıkma

 Allah Dahi Kalbi Yıkmaz

 Öldürücü Gözle Bakma

 

Ne Gecem Ne Gündüzüm Belli

Yaşım Oldu Kırkdokuz Elli

Bağrım Yanık Gözlerim Nemli

Yalan Dünya Yaktın Beni

 

 Gel Güzelim Beni Yakma

 Seni Seven Kalbi Yıkma

 Allah Dahi Kalbi Yıkmaz

 Öldürücü Gözle Bakma

 

Ercan Söyler Hakiki Sözü

Geçti Bahar Getirdik Yazı

Bir Gün Ölür O Zalımın Kızı

Annene Bak Gör Halini

 

 Gel Güzelim Beni Yakma

 Seni Seven Kalbi Yıkma

 Allah Dahi Kalbi Yıkmaz

 Öldürücü Gözle Bakma

 

 

Kaynak:

Ali Ercan

Karakaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri

Niğde, 1965

Katırcıoğlu

Niğde' li mahalli sanatçı Ali ERCAN "Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri" adlı kitabında türkünün hikayesini şöyle anlatmaktadır.

"Bu sülalede 65 sene evvel çok genç ve yakışıklı babayiğitliği de Niğde'nin dilinde olan bir pehlivan var imiş. Bu pehlivanın ismi Murtaza, Yedi çerilikte bir zahire çuvalını sırtına aldığı zaman Alâattin Camii'ne çıkar ve inermiş. Esas sanatı fırıncılık olan Murtaza arkadaşları arasında bu bahsi her zaman kazanırmış. 

Bu yüzden arkadaşları Murtaza' yı çekememiş ve nihayet bir gün kalleşçe Sırali mahallesinin dar bir sokağında bıçaklayarak öldürmüşler. Bu olayın hikayesini bu gün için hayatta olan ve Kığlı Camii geçidinde kuru kahvecilik yapan Murtaza Katırcıoğlu bana şöyle anlattı:

Merhum Murtaza, amca zademin oğlu olup o öldükten sonra onun ismini bana takmışlar. Amcamın oğlu bir gün oturak aleminde bulunuyor. Bilindiği üzere eski oturak alemlerinde tenekelerle rakı, küplerle şarap içilir,bir iki kadınla beraber bağ evlerinde ,kelerlerde ışıkları çam ve bezir çırası eğlencelere devem ederlermiş. Böyle bir eğlencede bir gün Murtaza da bulunuyor. Kalabalık içerisinde en genç ve en yakışıklı babayiğit olan Murtaza' ya o alemdeki kadınlardan biri aşık oluyor. Gerek kıskançlık, gerekse Murtaza'nın babayiğitliğini çekememezlik baş gösteriyor ve o zamanın gençleri aralarında Murtaza'nın meçhul bir kişi tarafından öldürülmesine karar veriyorlar. Yukarıda dediğimiz gibi, günün birinde Sırali mahallesinde Şakir Ağa'nın evinin karşısındaki karanlık bir sokağa pusu kuruyorlar ve bir bıçak darbesiyle bağırsakları yere dökülüyor. O halinde Murtaza bağırsaklarını kucaklayıp demir kapıya kadar o vaziyette gidiyor ve orada düşüyor. Tesadüf olacak ya bu olaydan bir gün evvel Hafız İzzet isminde bir şahıs ağzından bir laf kaçırarak bütün eşine dostuna yarın cenaze namazına buyurun diyor. Esasında Hafız İzzet' in Murtaza'nın ölümü hakkında hiçbir ilgisi yokmuş ve dilinin cürümü için de 15 sene hapis yatmış. Zamanın aşıklarından birisi de bu olay üzerine Katırcıoğlu Bozlağı'nı yakmış." 


Kaynak:
ERCAN, Ali, Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri,s.32, 33, Niğde İl Basım Evi, Niğde, 1965

Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz

Kırmızı Gül Demet Demet

 

Kırmızı gül demet demet,

Sevda değil bir alamet,

Balam nenni, yavrum nenni

Gitti gelmez ol muhannet

        Şol revanda balam kaldı,

        Yavrum kaldı, balam nenni...

 

Nenni ya! Nenni ki nenni!. Yavrum nenni! Bir demet kırmızı gülle

gelen nenni!. Nasıl oluyor derseniz, türkünün dilini açmak gerek...

Varıp sormak gerek türküye : ''Ey türkü nedir bu demet demet kırmızı gül ve de nenni!. Yavrum nenni... Balam, nenni''. Bu demet demet gül hem de kırmızısından, sevgiliye duygu mu taşıyor? Neden kırmızı gül de kır papatyaları değil? Şöyle sarılı beyazlı, düz sarılı, öküz gözü gibi, kırdan toplanmış papatyalar değil de, demet demet kırmızı gül? Onların sevgi dili yok mu?. Onlar duygu simgesi gül kat... Ama bir tek!. Benim tek gülümsün, gönlümdeki yerin kır çiçekleri kadar engin, kır çiçekleri kadar zengin ve doğal, demiş olmazmısın? Ama senden iyisini bilecek değiliz ya!. Kırmızı gülü

seçmişsin sen. Hem de demet demet...

 

Ha bir de 'balam' meselesi var! Yavrum diyorsun... 'Nenni' diyorsun 'Gitti gelmez' diyorsun. Yoksa bir ananın balasına, yavrusuna çağrısı mı bu? Şol Revan'da kalan balası üstüne mi söylenmiş?. REVAN, bugünkü adıyla ERİVAN, yani günümüzde Ermenistan'ın başkenti... Türkümüze konu olan olayın geçtiği zaman ise, büyük olasılıkla 17. yüzyıl sonrası... Neden derseniz, REVAN Osmanlının önemli bir ticaret merkezi o zamanlar. Ama bir ara elden çıkmış, Safeviler işgal etmiş. Yıl 1635. Dördüncü Murat ikiyüzellibin kişilik bir orduyla REVAN seferini düzenlemiş. Sekiz ay, yirmi dokuz günlük kuşatma sonunda, REVAN yeniden Osmanlı topraklarına katılmış. Eskisi gibi kervanlar gider gelir olmuş. Mal götürüp, mal getirmişler... Memet de gidip gelen kervancılardan birisi... Anasının da tek 'balası'... Tek oğlu!. Erzurum yöresinde üç beş dönümlük tarlalarını ekip dikiyorlar... Yetiştirdikleri ürünü de kervana katıp, REVAN'da satıyor Memet... Memet de Memet hani... Karayağız bir delikanlı... Taşı tutsa, suyunu çıkaracak kadar güçlü. Bir de alışkanlığı var Memet'in. Her akşam tarla dönüşü, bahçelerden derlediği demet demet gülleri getiriyor anasına.. Anayla oğul arasında bir simge gibi kırmızı gül demeti... Sevgi saygı simgesi. Gülleri evinin duvarına asıp kurutuyor ana... Onlara baktıkça oğlunu görür gibi oluyor... Hele Memet kervandaysa. Gözü gönlü kırmızı gülün kurumuş, gazelleşmiş demetinde ananın. Rüyaları hep Memet üstüne... REVAN yollarını düşlüyor hep. Kimi zaman kara saplanmış görüyor kervanı. Kanter içinde uyanıyor. hayra yormaya çalışıyor. Kimi geceler de toza dumana katılmış kervanın, atının eşeğinin devesinin bir toz bulutu içinde kayboluşunu düşlüyor. Bir hortum, yutuyor kervanı. Koca kervan döne döne göğe çekiliyor. Geride ne bir at, ne de bir deve, ne de insan kalıyor. Memet'i arıyor gözleri. Kara yağız, kaytan bıyık Memet, ellerini uzatıyor anasına. 'Tut ellerimi' diyor. Ama ne gezer. Anasının elleri boşlukta kalıyor. Sözün kısası günü gelip de kervan REVAN'dan dönene kadar bu böyle sürüp gidiyor. Kervanın dönüşünü dört gözle bekliyor.

 

Bazen kışın yola saldığı oğlu yazın dönüyor .Bazen de tersi oluyor . Kervanın dönüşü, bayram gibi! Kimi kocasını, kimi yavuklusunu karşılıyor. Kimi analar da oğlunu. Sarılıp, ağlayanlar, sevinç gözyaşı dökenler. Yemen seferinden döner gibi. Gerçi savaş dönüşü değil ama; hastalığı sağlığı var... Karı var, ayazı var!. Bir de salgın hastalık söylentisi yayılmış. Veba hastalığı kırıp geçiriyor ortalığı. İlkin bir ateş sarıyor bünyeyi. Kusma, iltihap, baş dönmesi. En sonunda da sayıklama. Artık kurtuluşu yok. Sayıklaya sayıklaya götürüyor insanı. En erken üç gün. En geç yedi gün içinde başlıyor sayıklama... Kurduğu tüm dünya yok oluyor bir anda insanın. Sevgiliye özlem, alınan armağanlar. Söylenecek güzel sözler. ''Sensiz olamam. Sen benim her şeyimsin. Güne seninle başlıyorum. Seninle bitiyor gecem. Zaman yitirmemek gerek demiştin. Oysa günler su gibi geçti. Ne bir ses; ne bir nefes. Düşlerdeki yerin hariç. Oysa seninle her şeye yeniden başlayacaktık. Öyle demiştik. ''Yaşam o kadar kısa ki; hiç zaman yitirmek istemiyorum seninle olmak için''. Bunları sen söylemiştin. Sıcaklığın avuçlarımdaydı. Kuytu bir sokak arası mıydı?. Yoksa aşıklar yoluna girişte miydi? Bir tek gözlerin kalmış belleğimde. Bir de kuşların bitmeyen şakımaları. Ne de güzel batmıştı güneş. Alaca ışığın, alaca karanlığa dönüştüğü an. Akşam güneşinin, yavaş yavaş yok oluşu muydu güzel olan?. Yoksa alaca ışığın, alaca mutluluğa dönüştüğü an mıydı en güzeli. Bahar mı kokuyordu saçların. Yoksa gerçekten bahar günleri miydi? İşte böyle sevgili. Ben şimdi senden uzak. Seni sayıklıyorum. Ellerini tutabilsem yeniden. Yüzüme dokunsa saç tellerin. Ama ne gezer!. Kuytulardan kaybolmayı severim demiştin. Aniden yok oluyorsun düşlerimden. Ellerim boşta kalıyor. Hem anamın hıçkırığı niye. Uzattığım ellerimi tutsa ya! Ateşler içindeyim. Bildiğim türküleri mırıldanıyorum; yokluğunuzda.

 

 

Gurbet elde baş yastığa gelende,

Gayet yaman olur işi garibin,

Gelen olmaz giden olmaz yanına,

Bir çalıdır mezar taşı garibin.

 

Bir çalının dibine gömüyorlar Memet'i. Söylenecek sözleri, sevgiliye, anasına özlemiyle birlikte örtüyorlar üstünü. Kara toprak alıyor bağrına. Gençmiş... Sevenleri varmış... Anası yavuklusu yol gözlüyormuş. Ecel bu! Kimini sele, kimini yele verir. Memet'i de Revan'da vebayla yakalıyor. Sayıklaya sayıklaya gidiyor Memet. Kucak dolusu kırmızı güller elinde kalıyor. Sevgiliye özlemi de dilinde!. Artık bir çalıdır mezar taşı Memet'in!. Bir tek Memet değil vebaya teslim olan. Kervanın çoğu kırılıyor. Sahipsiz mezar oluyor Revan ' da. Kalanlar perişan. Utangaç. Yaşıyor olmaktan utanıyorlar sanki... Sanki ölenlerin sorumlusu ölmeyenlermiş gibi... Ağır ağır Erzurum'a giriyor kervan. Analar, bacılar, sevgililer, oğullar, eşler... Meraklı gözlerle karşılıyor kervanı. Aradığını bulan sarmaş dolaş. Gözyaşları hıçkırıklara karışıyor. Aradığını bulamayanlar, ilk rastladığına soruyor. ''Oğlum Memet'im nerede. Birlikte çıktınız kervana. Nerede kaldı''. Sen sen ol da gel yanıtla. "İlkin kusma başladı. Sonra da bir ateş. En son sayıklama başladı. Tüm sevdiklerini bir bir sıraladı. Titreye titreye sayıkladı. Yedi gün dayandı Memet. Sonra... Sonra bir çalının dibine gömdük onu''. Gel de söyle bunu. Söyleyebil!. Hem de anasına... O ana deli olup dağlara düşmez mi?. Avuçlarını göğe açıp ol tabipten medet dilemez mi?. Kırmızı gülden merhemlik istemez mi?. Karayağızın güzeli oğlunu, canından parçayı alıp götüren ölüme, ilenmez mi? Ölümün hepsi kötü. Ana, baba, anneanne, dede. Hepsi kötü. Dün var olan... Soluyan, nefes alan; nefes veren. Bir anda yok artık. Yerinde yeller esiyor. Şekli şemali, son sözleri, yavaş yavaş yok oluyor. Belleklerden siliniyor. Yaşlı ölümü neyse ne! ''Öldü de kurtuldu" diyor insan. Ya gencecik ölümler. Muradı gözünde gidenler. Anadır, alıyor veriyor. veriyor alıyor. Oluru yok. Diline kırmızı gülleri doluyor. Ol tabipten medet diliyor. Olmuyor. Ver elini dağ yolları. Dilinde türküsü. Gönlünde oğlunun hayali. Deli olup dağlara düşüyor. O'nu son görenler elinde bir demet kırmızı gül, dilinde ''Kırmızı gül demet demet. Sevda değil bir alamet Şol Revan'da balam kaldı. Yavrum kaldı''... diye diye haykırdığını söylediler.

 

Kırmızı gül demet demet

Sevda değil, bir alamet

Balam nenni, yavrum nenni,

Gitti gelmez ol muhannet,

Şol Revan'da balam kaldı,

        Yavrum kaldı,

        Balam nenni,

 

Kırmızı gül her dem olmaz,

Yaralara merhem olmaz

        Balam nenni,

        Yavrum nenni,

 

Ol tabipten derman gelmez

Şol Revan ' da balam kaldı,

        Yavrum kaldı,

        Balam nenni.

 

Kırmızı gülün hazanı,

Ağaçlar döker gazalı,

Karayağızın güzeli

        Şol Revan ' da balam kaldı,

        Yavrum kaldı,

 

 

 

Kaynak:

Yaşar Özürküt

Öyküleriyle  Türküler 2

İstanbul, 2001

 

Kiraz Aldım Dikmeden

 

60-65 kadar sene önce Hüseyin Çavuşoğlu köyündeyiz… Hüseyin Çavuşoğlu’nun yarbaşında… Devrin ünlü Müderrislerinden Hüseyin Molla’nın oğlu Deli Mehmed ormana doğru şöyle bir geziye doğru çıkmış. Neden gezmesin ele güven olur mu hiç? Bakarsın kendilerine ait ormanda ağaç keserler.Nitekim ki öyle olmuş bir karı koca ağaç kesmişler.evlerine doğru dürüklerlerken Deli Mehmed çıkagelmiş karşılarına. Birden neye uğradıklarını anlayamamanın şaşkınlığı içinde donakalmış korkularından… Korkarlar tabii, koskoca Deli Mehmed kolay mı? Koskoca bir müderris oğlu , Müderris ki Hüseyin Çavuşoğlu ve civarı himayesinde. Deli Mehmed’in deliliklerine öylesine. Astığı astık. Kestiği kestik. Bıçağı da önünde keser arkasında… Hele omuzun da tüfeği olunca, gel de çık karşısına. İşte durum böyle iken adamcağız Deli Mehmed’in ayaklarına kapanarak af dilemiş.Deli bu delirmiş de delirmiş;  doğrultmuş namluyu adama vurur mu vurur… Karısı “Ben nasıl olsa kadınım bana bir şey yapmaz” düşüncesiyle onu vurma beni vur çocuklarımıza acı diyerek merhamete getirmeye çalışmış.Ne gezer merhamet çifteyi boşaltmış kadının bağrına. Kocası daha durur mu kaçıp gitmiş. Ne yapsın şimdi Deli Mehmed? Devrin kanunları sıkı.. Kaçmak düşmüş aklına ama babasına bir yol danışmaya ihmal etmemiş tutmuş evin yolunu. Babası önce fena halde kızmış oğluna ama ne kadar kötü olsa da oğul gene… Kaçmanın kanundan kurtulmanın yollarını sıralayıvermiş oğluna. Sevdiği ve aşık olduğu kızdan "Tombul Halime” ayrılmak bir yandan da her an zaptiyelere yakalanmak düşüncesi ve sıkıntıları sarıvermiş içine. İstemiş ki Halimesi de gelsin onunla beraber. Hizmetçilerin kapıyı her açtığın da Halime’yi geldi zanneder, bir yol hoplarmış yerinden. Zavallı anacığı yolluğunu hazırlayıp vermiş eline. Deli Mehmedimiz yola revan olmuş.

 

Yarbaşından geçenken karşısında duran Halime ‘nin evine doğru bakmış derlenmiş, duygulanmış.

Bir yandan da kar heryanı ağartmaya devam ediyormuş.

 

Bakalım Halimesine neler demiş?

 

“Kiraz aldım dikmeden

Halimem dallarını bükmeden

Bir armağan ver bana

Halimem ben gurbete gitmeden

 

Tombalacık Halimem

Yarbaşına gel

Ben gidiyorum Bolu’ya

Düş peşime gel”

 

Öyle ya Halimesinden bir yadigar almadan gidebilir mi buralardan hiç, Beklememiş öylece biraz Halimeyi yar başında… belki duyar düşer peşime diye… ne gelen var ne giden.

Devam etmiş söylemeye:

 

Tütün aldım hendekten

Halimem hekim gelsin Devrek’ten

Hekim buna neylesin

Halimem yanıyorum yürekten

 

Alçaklara kar yağdı

Üşümedin mi

Sen bu işin sonun

Düşünmedin mi

 

Bu sıkıntılı bekleyiş esnasında hendek’ten getirdiği tütünü dumanlayan Deli Mehmedimizin iç yaralarını Devrek’in nam salmış hekimin iyi edebileceğine inanmış bir yol…

İnanmış ya, hekim neylesin buna?...

 

Yine devam etmiş:

 

Ocak başında kaldım

Halimem ince fikire daldım

Kapılar açılırken

Halimem seni geliyor sandım…

 

Aygın mısın halimem

Baygın mısın gel

Hiç haberin gelmiyor

Dargınmısın gel

 

Deyip gitmiş Deli Mehmed Bolu’ya

 

 

Kaynak:

Muzaffer Akyol

1969 Devrek Dergisi’nden alınmıştır.

 

 

İbrahim Tığ (Gazeteci-Yazar)

Kiziroğlu Mustafa Bey 


Bu türküyü dinleyen herkesin kafasında bir soru belirir. Kim bu Kiziroğlu Mustafa Bey ? Köroğlu ile ne ilgisi var? Bu türküyle ilgili birçok söylenti var ama en ilginci sanırım bu. Kizir, Kars'ın Susuz kazasına bağlı bir köydür. Bu köy Kısır dağlarının geniş eteklerine kurulmuştur. Köyün dört bir yanından ise soğuk pınarlar akar. Köy düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır ve köyün hakim bir yerin de de bir kale kalıntısı vardır. Köylüler Kiziroğlu'nun kalesi derler buraya. Kiziroğlu bu köyde yaşamış ve bura da efsaneleşmiştir derler.

Küçükken at binip kılıç kuşanır
Söylentiye göre şimdiki Kiziroğlu Köyü’nün yerinde bir birinden uzak yirmi yirmi beş kadar ev bulunmaktaymış. Bölge dağlık ve ormanlık olduğu için insanları da bu nedenle olacak ki çok serttir. O zamanlar burada yaşayan insanların başında bulunan kişiye "Kizir" derlermiş. Kizir Muhtar demektir. Gün gelmiş zamanın kizirinin ünü tüm Anadolu'ya yayılmış. Tüm kötüler ondan korkar olmuş. Gel zaman git zaman Kizirin bir oğlu olmuş. Daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır olmuş. İşte Kiziroğlu Mustafa Bey bu çocuk. Bütün çocukluğu Kısır Dağı’nda at binip avlanmakla geçmiş Mustafa'nın. O da babası gibi büyüyünce namlı bir yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle savaşmaya başlamış. Zaten onun bulunduğu çevrede kimse haksızlık etmeye cesaret edemezmiş ya . 

Köroğlu doğuya gelir
O sırada doğuya gelen Köroğlu Kısır Dağları’nda Ferro deresine yerleşir, amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek. Bir gün Köroğlu bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür, "Burada ki adaletsizlikler de benden sorulur" der ve gider orada bir kale kurar. İşlerinden dolayı bir müddet köyünden ayrı kalan Kiziroğlu köye döndüğünde Köroğlu’nun kalesini görür. Sinirlenir. Köroğlu’nun yanına gider, sertçe çıkışır "Sen kim olasın ki benim yurdumda saltanat süresin" Her ikisi de bir birlerini kötü insan olarak bilirlermiş. Köylülerin söylemesi böyle. 

Yiğitlerin kavgası
O zamanın adaletine göre iki yiğit dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp savaşı kazanırmış. Köroğlu ve Kiziroğlu günlerce at üstünde kavga etmişlerse de yenişememişler. Kılıç kavgasında ve güreşte de yenişememişler. Mustafa Bey’in atı Ala Paça da Köroğlu'nun atı Kırat’la güreş-mekte. Mustafa Bey şöyle bir geri bakmış ki ne görsün atı Ala Paça Köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "Ola benim atım Köroğlu'nun atını alt etmiş, ben Köroğlu'nu alt etmezsem halim nic' olur" deyip gayrete gelmiş Köroğlu'nu yere vurmuş. Tam kamasını çekmiş vuracağı sırada Köroğlu "Dur yiğit, bana biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim karımla helalaşayım" demiş. Mustafa Bey bırakmış. Köroğlu eve gidip olanları karısına sazıyla sözüyle anlatmaya başlamış. 

Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Hanım kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu 

diye...Köroğlu geciktiği için evine kadar gelen Kiziroğlu kapı aralığından türküyü duyunca duygulanır ve utanır. Kapıyı çalıp içeri girer. Mustafa Bey’i karşısın da gören Köroğlu her şeyin bittiğini düşünürken Mustafa Bey sarılıp onu öper. "Sen benden daha yiğitsin Köroğlu" der. Köroğlu da "Ben artık buradan gideyim burada senin gibi mert ve yiğit biri varken kalmak olmaz" der ve köyü terk edip batıya gider. 

Anadolu insanının takdiri
Köroğlu'nun Bolu Dağları’ndan çıkıp ta Kars'a gelmesi o zamanın koşullarında olanaksız gibi. Ama halk düşüncesi iki yiğidi Doğu Anadolu da önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. Bu, Anadolu insanının kahramanlarına, haksızlıklara direnenlere verdiği değeri gösterir. Kiziroğlu öyküsü tepeden inmemiştir, böyle bir yiğit yaşamış ün almıştır. Halk da bu söylenceyle Kiziroğlu'nu saygı ve sevgiyle anmaktadır.


Kozanoğlu Avdan Gelir

 

Türkülere kahraman olan Kozanoğlu, Afşar'ların Kozanlı oymağının reisi olan bir ailedendir. Bu oymak önceleri Karamanoğulları'nın, sonradan da Osmanlı Devleti'nin maiyetinde bulunup, Kozan havalisinin idaresini yürütüyordu. Kozan dağlarındaki Varşak'lar (Varşak aşiretinden olanlar) bunların piyadesi, Çukurova'daki Avşar' lar ise süvarileri idiler. Kozanoğulları bu havalide uzun müddet hüküm sürdüler,halkın hak ve hukukunu iç ve dıştaki saldırganlara karşı korudular. Orta Anadolu derebeylerinden Çapanoğlu Süleyman Bey' in Kozan bölgesini istila için gönderdiği askerler Yusuf Ağa tarafından perişan edildiği gibi,bir müddet sonra Mısırlı İbrahim Paşa' nın Kozan'ı almak için gönderdiği askerler de dağlarda Kozanoğlu Mehmet Bey' in kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratıldı. Yusuf Ağa' dan sonra Ali Bey' in oğlu Mehmet Bey Kozan Beyliğine geçtiler. Kozan Beyliği gittikçe kuvvetleniyordu.

 

1882 senesinde Sultan Aziz zamanında Sadrazam Ali Paşa'nın Kozan Beyliği'ni ortadan kaldırmaya karar vermesi üzerine Derviş Paşa kumandasında "İslâhiye Fırkası" adı altında bir kuvvet teşkil edip Kozan'a gönderildi. Ahmet Bey ile Yusuf Bey ve Kozan hanedanına mensup diğer beyler, Halil Bey, Ali Bey ve Hüseyin Bey'ler devlete bağlılıklarını hemen bildirdiler. Ahmet Bey' e Kütahya Valiliği, diğer beylere de birer memurluk veya maaş verilerek dağıtıldı. Kozan bir sancak haline getirildi. Kozanoğlu Yusuf Ağa Sivas'ta oturmaya memur edildiğinden muhafız askerleri himayesinde yola çıktı. Fakat aşiretlerinden bir kaçı yolunu kesip onu muhafız askerleri elinden aldılar. Yusuf Ağa durumu değerlendirmek istedi. Kozan'a gelerek bütün aşiretleri isyana kaldırdı. Bunun üzerine Müşir Derviş Paşa, İsmail Paşa kumandasındaki bir müfrezeyi Yusuf Ağa üzerine gönderdi. Kısa bir çatışmadan sonra Yusuf Ağa esir düştü ve astırıldı, taraftarları da dağıtıldı.

 

 

Kaynak:

Mehmet Bayrak-Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri, s.367

 Yorum Yayınları Ankara 1985

 

Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz

 

Kütahya'nın Pınarları 

Bundan 100-120 yıl önce Kütahya'da bir ailenin genç yakışıklı, sözü dinlenir, temiz kalpli bir oğulları varmış. Orta halli bir ailenin de güzel, boylu poslu uzun saçlı bir kızları varmış. Kız biraz hoppa olduğu, ele, avuca sığmadığı için arkadaşları ona "deli düve" ismini vermişlerdi (düve: buzağı doğurma zamanı gelmiş yeni ineklere bazı yerlerde düve denirmiş). İşte genç yakışıklı delikanlı deli düveye aşık olmuş. O zamanlar deli düve adı dillere destandır. Genç, deli düveyi ailesinden ister, fakat kızı vermezler. Kızla genç gizli gizli buluşurlar. Bunu duyan kızın ailesi razı olur ve kızla genci evlendirirler. Fakat gençlerin saadetleri uzun sürmez, bu kızın güzelliğini duyan gören zamanın delikanlıları kendilerini reddeden kızın kocasını hem kıskanır hem de ona kin bağlarlar.

 Aradan hayli zaman geçer bu genç ve güzel gelin bazı delikanlılar tarafından tehdit edilmeye başlanmıştır. Delikanlılar "kocandan ayrılacaksın yoksa seni dağa kaldırırız, kocanın da gözlerini kör ederiz" diye kıza haber salmışlar. Genç kadın önceleri aldırmaz ve kocasından saklar, onu sevdiği için bir türlü kötülük etmelerine razı olamaz ve delikanlılara şöyle haber yollar " Ne olur, kocamı rahat bırakın. Ona dokunmayın ne isterseniz yapayım" der. Bunu haber alan gençler kadını kaçırmaya karar verirler. Aracı kadına "biz istediğimizi çeşme başında söyleyeceğiz. Oraya kadar gelsin" derler. Bunu duyan gelin meraktan çatlayacak bir duruma geldiğinden çeşme başına gider. Çeşme başına giden delikanlılar tuzak kurarak kadını kaçırırlar. Kadın bu sırada çığlık atar o sırada kadının kocası olan Asalıoğlu sesi duyarak koşarak gelir. Kadının kocası ile diğer gençler arasında kanlı bir kavga olur ve Asalıoğlu ölür. Gençler kızı dağa kaldırmıştı öte yandan oğullarını kanlar içinde yattığını gören gencin ana ve babası saçlarını başını yolarlar.

Melik Şerif Düzü Türküsü

 

Doksan üç muhacirlerinden bir kafile Refahiye’nin (yurtbaşı) köyü yöresine geçiçi bir süre için yer değiştirmiş. Bu kafilenin, Şahin isminde, zengin iki evli bir ağası varmış. Melikşerif Köyü’nün ağası ise İsak Bey adında biriymiş. İsak Bey’in Ak Hanım ve Zeynep adında iki kızı, Şevket Bey adında bir de oğlu varmış. Şamil, İsak Bey’in küçük kızı Zeynep’e dünür olur. Üçüncü Hanım olarak Zeynep’le evlenmek ister . Zeynep’i oldukça fazla sevmektedir. Fakat , İsak Bey bu işe rıza göstermez. Zeynep de iki evli bir kişinin üçüncü hanımı olmak istemediğini belirtir. İsak Bey’in iki kızı ve hizmetkarlarının hanımları, her gün Bulgarı Çayırları Semtine, koyunları sağmaya giderler . Bunu bilen Şamil, Zeynep’in yolunu bekler, kırık atlısı ile Zeynep’i alıp, zorla kaçırır.  Bu kaçırma esnasında, Otuziki örük olan Zeynep’in saçının sekiz örüğü kopar. İsak Bey’e haber gelir, elli atlıyla Şamil’in peşine düşer, fakat yetişemez . O civarda barınamayacağını anlayan Şamil, Zeynep’i alarak Bayburt’un Pavnik Köyüne yerleşir.

 

İsak Bey , kızının kendi isteği ile kaçtığını zannettiğinden 7 sene Zeynep ile konuşmaz . 7 sene sonra , Zeynep Hanım , bir kızı ile beraber babasının elini öpmeye gelir . İsak Bey 6 ay kızı Zeynep Hanım’ı misafir eder . 6 ay sonra , 7 katır yükü eşya ve birçok ziynet ile kızını yolcu eder . Zeynep Hanım , Bayburt’a vardıktan 1 ay sonra kolera hastalığına yakalanır . Babasına haber gelir . Kolera bulaşıcı olduğu için , İsak Bey , oğlu Şevket’i Bayburt’a göndermek istemez . Fakat , Şevket

dayanamayarak ablasını görmeye gider . Bayburt’un Pavnik Köyüne vardığında , Zeynep Hanım defnedilip , cenaze alayının geri geldiğini görür . Zeynep Hanım’ın vasiyeti üzerine , kaçırılırken kopan 8 örük saçı ve kanlı yazması , kzı ile beraber İsak Bey’e gönderilir . Ancak o zaman İsak Bey kızının zorla kaçırıldığını anlar. Bunun üzerine yöre halkı Zeynep Hanım’a aşağıdaki türküyü yakar :

 

Melik şerif düzünü

Çiçek almış yüzünü

Gidek gelin getirek

İsak Beyin kızını

 

Oy yandım yandım gelin

Aç koynun dondum gelin

 

Küleği alamadım

Koyunu sağamadım

Deli Şamil gelende

Çemberi çalamadım

 

O niye niye niye

Öldüm yar diye diye

 

Şamil karakuş oldu

Aldı dereye daldı

Ağlama Zeynep bacı

Çeyizin bana kaldı

..............

 

 

Şamil’in , Ardahan’a yerleştiği rivayet edilmekte ise de, Ardahan işgal altında olabileceğinden, Bayburt’a yerleşmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.

 

Oy yandım yandım gelin

Aç koynun dondum gelin

 

Görücüler düzüldü

Zeynep hanım süzüldü

Süzülme Zeynep hanım

Atlıların düzüldü

 

O niye niye niye

Öldüm yar diye diye

 

 

 

Ayşegül Göktepe (Radyo Program Yapımcısı)


Menteşeli 

Halk müziği açısından büyük bir olgunluk örneği olan Menteşeli Türküsü: Kocasını oğlunu ve damadını seferberlik yıllarında Yemen'e gönderen;Fatma ananın yakmış olduğu içli bir ağıttır.

Mengene yöresinde mutlu bir hayatları vardır Menteşeli ailesinin. Bir gün gelir erler seferberlik dolayısıyla askere çağrılır. Fatma ana kocasını oğlunu ve damadını büyük bir yüreklilikle uğurlar. Kendisi kızı ve gelini ve beş altı torunuyla kalakalır.
Bunlara kendisi bakar kendisi yedirir kendisi içirir. O yıl Konya'da büyük bir kış olur ki yıllardır görülmemiş bir kış. Kurtlar şehre üşüşür. Bu zorlu kış pek çok ana baba ve çocuğu kara toprağa çekmiş. Bu dar günlerde Fatma ana büyük bir fedakarlık yapmış. Yememiş yedirmiş. Giymemiş giydirmiş. Günlerden bir günde gidenlerin dönüşünü bile göremeden de bu dünyadan ayrılıp kara toprağın bağrına gitmiş.

MENTEŞELİ

Menteşeli menteşeli
Del oldum derde düşeli
Üç gün oldu yar gideli
Tükenmez derdim yalınız,yalınız

Lorostan bir bulut ağdı
Sulu sepken karlarda yağdı
Yolcularım hanlarda kaldı
Kaldım evlerde yalınız, yalınız.

Derviş olsam giysem hırka
Kimsem yok'ki verse arka
Götürdüler şamdar şarka
Kaldım çöllerde yalınız yalınız.



Kaynak:

Mehmet ÖZBEK
Folklor ve Türkülerimiz
Ötüken Neşriyat  İstanbul 1994

BİR DESTAN KAHRAMANI: MİHRALİ BEY (1844-1906)

 

Birkaç Söz

Mihrali Bey'in köyünden (Acıyurt-Sıvas) olmam dolayısıyla çocukluğum, hep bu yüce kişinin kahramanlıklarını dinlemekle geçti. Halkımızın, "İkinci Köroğlu", "İkinci Battal Gazi" olarak vasıflandırdığı Mihrali Bey'i inceleyip yazmak fikri de bundan kaynaklanmıştır.

 

1971 yılından itibaren bu konuda bilgiler toplamaya başladım. Malzemeleri toplarken gördüm ki; Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın Hatırat ve Mehmet Arif Bey'in Başımıza Gelenler'i haricindeki yazılar (Bkz. Bibliyografya 2, 5, 10, 11, 13) hep bu eserleri tekrardan ibaret. Duyduklarımın ve bildiklerimin pek çoğu yazılmamıştı. Araştırmalarımı derinleştirdim. Halen sağ olan torunları ve bu sahada derlemeleri bulunan amcam Beşir Sönmez ile irtibata geçtim. Eksik bir kısım kalmaması için on üç yıl bekledim. Saygıdeğer dostum Ali Birinci'nin de teşvikiyle nihayet yazmaya karar verdim.

 

Mihrali Bey'in hayatı okunduğunda bazı bölümler, okuyucularımıza mantıksız gelebilir. Şunu söyleyelim ki; bunların hepsi de hakikattir. Bu yüzdendir ki, halkımız onu yüceltmiş; bir destan kahramanı olarak görmüş; hakkında sayısız destanlar söylemiştir. Maalesef bunlardan pek azı elimizde mevcuttur. Yayımlanan ve bilinen destanların haricinde, ben de Tokatlı Âşık Püryâni'den üç destan derleyerek manzum parçalar bölümüne ilave ettim.

 

Mihrali'ye "Mühür Ali" de denmektedir. Bu, halkımızın yakıştırmasıdır.

 

Mihrali'nin hayatı, başlı başına bir film konusudur. Yazımızı, konu bulmakta güçlük çeken, hatta basit konularla Türk sinemaseverleri rahatsız eden film şirketlerinin de dikkatlerine arz ediyoruz. Dileriz, bu yazıdan haberdar olurlar....

(Sivas, 10. 4. 1984)  

Yrd. Doç. Dr Doğan KAYA

 

 

MİHRALİ BEY'İN HAYAT HİKÂYESİ

 

Karapapak-Terekeme Türklerinden olan Mihrali, Tiflis vilâyetinin Borçalı sancağına bağlı Darvas Köyü'nde büyümüştür. Babası Memili, dedesi ise Allahverdi'dir. Asil bir aileden olan Memili, Acem kızı ile evlenir. Ondan Mehmet Ali, ikinci hanımından da Mihrali Bey, İsa Bey, Memmedalı ve Ali Bey doğmuştur. İki de kızı vardır: Huri ve Kezban.

Daha, küçük yaşlarda ata binmeye, silah kullanmaya başlayan Mihrali, kısa boylu, etine dolgun, kara yağız ve sevimli biridir. Genç yaşlardaki gözü pekliği, cesareti, mertliği ve çevikliği dillerde söylenir olmuştur.

 

Mihrali, on yedi yaşındayken babasını kaybeder. Ruslar, Mihrali ve kardeşlerinin uğraşmaların rağmen, Abdullah Ağa'nın Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermez ve Karapapakların inançlarına, adetlerine ters düşen bir usulle kendi mezarlıklarına gömerler.

 

Civar köylerde bulunan Karapapaklar, Çerkezler, Çeçenler, Lezgiler Darvas Köyü'ne gelip başsağlığı dilerler.

Mihrali, o gece rüyasında babasını görür. Babası hiddetlidir. "Utanmıyor musun? Beni o mezarlığa nasıl gömdürdün? Yazıklar olsun sana! Eğer benim na'şımı bu kafirlerin içinde korsan, hakkım haram olsun." der.

 

Rüyanın etkisiyle aniden uyanan Mihrali, yatağından fırlar. Babasının hayali gözünün önünden hiç gitmez. Kılıcını beline bağlar, hançerlerini kuşağının arasına sokar, yanına kazma kürek alır, dışarı çıkar. Vakit gece yarası olduğu için köy halkı derin uykudadır. Mihrali, doğruca mezarlığa gider.

 

Kısa boylu olmakla beraber, çevikliği sayesinde bir hamlede yüksek duvardan atlar. Nöbetçilere görünmeden babasının mezarına gelir. Mezarı kazar ve babasını çıkarır. Bir an önce oradan uzaklaşmak düşüncesiyle babasını omuzlar, koşar adımlarla mezarlıktan ayrılır. "Dur! Eller yukarı!" sözüyle hareketsiz kalır. Nöbetçiler, na'şı yere bırakmasını söyler. Mihrali bırakır ama, bırakmasıyla beraber, onların üzerine sıçrar. Dövüşmedeki mahareti sayesinde, nöbetçileri öldürür.

Mihrali, babasını tekrar omuzlayıp Müslüman mezarlığına getirir, defneder. Sabaha doğru evine gelir. Olup biteni ağabeyi İsa'ya ve annesine anlatır. Kaçıp dağa çıkmaya karar verir.

 

Mihrali, Keçeli Köyü'ne gider. Orada baba dostu Ahmet Ağa'nın evine misafir olur. Yaptıklarını Ahmet Ağa'ya ve karısına anlatır. Bu arada gönül verdiği Bahar'ı da orada görür.

 

Mihrali'nin yaptığı işi ertesi gün herkes duyar. Tiflis Valisi'nin emri üzerine köyü ararlar. O'nun Keçeli'ye gittiğini öğrenirler. Keçeli'de Ahmet Ağa'nın evini kuşatırlar. Mihrali, içeride atına biner; mahmuz vurmasıyla şaha kaldırır. İkinci mahmuzla yel gibi ahırdan çıkar. Kapı önündeki iki askeri tepeleyip ve kendini atın karnına saklayıp süratle oradan uzaklaşır. (Mihrali, atıcılıkta olduğu kadar, binicilikte de çok ustadır. At, son sürat koşarken karnından dolaştığı, atın sırtında ayakta durduğu yahut amuda kalktığı, bu haldeyken istediği hedefi vurduğu söylenir.)

 

Mihrali, gece yarısından sonra evlerine gelir. Annesiyle gizlice konuşup ona veda eder; Darvas'tan uzaklaşır. O geceyi dağda geçirir. Ertesi gün, bir çobana rastlar; yanında karnını doyurur. Emin yer olarak düşündüğü İran'a geçer.

Tiflis valisi, Mihrali'yi ellerinden kaçırdıklarını öğrenince, ileri gelenleri toplar, onlara hakaret eder. kumandanlar, askerleriyle etrafa yayılır, uğradıkları köylerde, Türklere zulmeder. Bu sırada Tavşankuloğlu Hüseyin'le Dalaverli Mansur da dağlarda eşkıyalık yapmaktadırlar. Bütün bunlar Çar II. Aleksandr (1855-1881)'ın kulağına gitmiştir. Türk eşkıyalarının yakalanması için emir verir. Bunun üzerine aramalara hız verilir.

 

İzini kaybettirmiş bulunan Mihrali'nin nerede olduğunu, Keçeli Köyü'nden Hacı Veli, Ruslara ihbar eder. Vali de bunu bir mektupla Çar'a bildirir. Mihrali'nin İran'da olduğunu haber alan Çar, Şah'a bir nâme yazarak Mihrali'nin yakalanıp gönderilmesini ister.

 

İran zaptiyeleri, Mihrali'nin bir handa kaldığını öğrenir ve oraya gider. Durmadan şüphelenen Mihrali, üst kattan askerlerden birinin atına atlayarak oradan uzaklaşır. Tekrar, Rusya topraklarına geçer. Evlerine gider, annesi ve kardeşleriyle görüşür. Ağabeyi İsa, Mihrali'ye, kendilerine baskı yaptıklarını, yalnız başına bir şey yapamayacağını, Dalaverli Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'le birlikte olmasının lâzım geldiğini söyler. (Dalaverli Mansur, çobanına kızıp onu bıçağı ile öldürmesi üzerine; Tavşankuloğlu Hüseyin de zengin bir Türk'ü yaralayıp Ruslara teslim olmamasından dolayı dağa çıkmıştır. Fakir olan Hüseyin, gençliğinde aç kaldığı vakitler, mal yayan çocukların ekmeklerini alıp; "Siz tavşan kulağı yapayım." diyerek, sağından solundan yiyip karnını doyururmuş. Hüseyin'e bu yüzden Tavşankuloğlu lakabı verilmiştir.)

 

Mihrali, ertesi gün bir çobanla Mansur'a ve Hüseyin'e haber gönderir. Bilahare onlarla buluşur. Birlikte gezmeye başlarlar. Bir Rus öldüren Keleninoğlu Hüseyin de bunlara katılır. Rusların Türklere yaptıkları zulüm karşısında, Mihrali ve arkadaşları da Rus köylerine dehşet saçarlar. Dördünün şöhreti de günden güne yayılır.

 

Her gün valiye şikâyetler yağmaya başlar. Durumdan haberdar olan Çar II. Aleksandr, devlet erkânı ile toplantı yapar. Sonuçta, suçları az olan Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'in suçlarını bağışlarlar. Mihrali'yi yakalayanı, rütbe ve para ile taltif edeceklerini halka bildirirler.

 

Haberi alan Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin gizlice anlaşır; Vali'ye giderek teslim olurlar. Teslim olmakla kalmaz, Darvas'a gidip Mihrali'nin ailesine eza-cefa yaparlar. Hatta Mansur, Mihrali'nin ağabeyi Mehmet Ali'yi öldürür. (Bir söylentiye göre de karısını dağa kaldırır.) Bu duyan Mihrali de Mansur'un karısını dağa kaldırıp kurduğu çadıra hapseder. Kardeşi Ali'yi de nöbetçi koyar.

 

Durumu öğrenen Mansur, Mihrali ile teke tek karşılaşmaya cesaret edemez. Tiflis Valisi'nin yanına çıkıp ondan yardım ister. Vali, Mansur'un emrine beş yüz atlı verir. Aynı zamanda, T. Hüseyin de Mansur'un kuvvetine yakın bir kuvvet tedarik eder.

 

Dalaverli Mansur, etraftaki Türk köylerini Mihrali'nin aleyhine kışkırtır. Ailesinin dağa kaldırıldığını da hatırlatarak, başına gelenlerin, ileride kendilerine de yapılabileceğini söyler. Bütün bu gayret sonunda işe yarar. Mihrali'nin baba dostu Garip Ağa, Maraşlı Köyü'nden yedi kardeşin en büyüğü Musa Çavuş da Çerkezlerden çok sayıda gönüllü toplayarak her koldan Mihrali'yi aramaya başlarlar.

 

Mihrali, aradan bir ay geçtikten sonra, Mansur'un karısını evine bırakır. Bu müddet içinde ona hiç dokunmamıştır. Arkadaşlarını toplar, bir müddet dağılmalarını söyler. Kendisinin de Osmanlı topraklarına geçeceğini belirtir. Keleninoğlu Hüseyin'in ısrarları karşısında, kendisiyle beraber gelmesini kabul eder.

 

Keleninoğlu Hüseyin'in, babasıyla vedalaşmak için köyüne gider. Hüseyin'in köye geldiğini gören bir Türk, Ruslara yaranmak gayesiyle, köydeki Rus askerlerine O'nu ihbar eder. askerler babasını çağırıp Hüseyin'in teslim olması için O'nu ikna etmesini isterler. Aksi takdirde evi ateşe vereceklerini söylerler. Hüseyin, teslim olmaz. Evin üstündeki otluğu ateşe verirler. Hüseyin boğulacak hale gelir. Babası; "Teslim ol!" diye üstüne üstüne gelirken, onu bacağından hafifçe yaralar. Aksi takdirde, onlar babasını öldüreceklerdir. Derhal dışarı çıkar ve iki Rus askerini öldürür. Fakat, başına yediği kurşunla cansız yere düşer.

 

Keleninoğlu Hüseyin gibi bir yiğitin ölümü, Mihrali'ye çok dokunur. Hayatı boyunca, Onun mertliğinden sitayişle bahsetmiştir. "Hüseyin, üç-beş yüz atlıma bedeldi." demiştir. Daha fazla Rusya'da kalamayacağını anlayan Mihrali, Osmanlı topraklarına girer, Çıldır'a gelir.

 

Mihrali'nin Osmanlı toprağında olduğunu öğrenen Çar, yakalanıp iade edilmesi için Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz (1861-1876)'e nâme yazar. O sırada sadarette Mahmut Nedim Paşa vardır. padişah durumu sadrazamla görüşür; Mihrali'nin yakalanması için Erzurum valisine haber gönderir.

 

Birkaç defa sıkıştırılan Mihrali, hepsinden kurtulmayı başarır. Bu arada iki Türk askerini öldürür. Her yerde arandığından tekrar Rusya topraklarına geçer.

 

Mihrali'nin Rusya'da olduğunu öğrenen Mansur, Tavşankuloğlu Hüseyin, Garip Ağa ve Musa Çavuş dört bir taraftan takibe koyulurlar. Her birinin emrinde 400-500 kişilik atlı vardır.

 

Bu gruplardan Mihrali'ye ilk rastlayan Musa Çavuş olur. Mihrali, atı otlamakta, kendisi de dinlenmekte iken gayrı ihtiyari geriye bakar. Musa Çavuş'un kendisine doğru geldiğini görünce atına atlar ve kaçar. Fakat, Musa Çavuş yetişir. Mihrali, peşini bırakması için O'na yalvarır; aksi halde öldürmek mecburiyetinde kalacağını söyler. Musa Çavuş, ısrarla üstüne üstüne gider. Bunun üzerine aniden dönen Mihrali, Musa Çavuş'u kılıcıyla yaralar, oradan uzaklaşır. Atlıların bir kısmı Musa Çavuş'un yanında kalır, diğerleri Mihrali'yi kovalar. Mihrali, atına son hızı vererek uçuruma doğru sürer. Bir hamlede karşıya geçer. Arkasından gelenlerin bazıları, hızını alamayıp uçuruma yuvarlanır. Bunu gören diğer atlılar durur. Mihrali: "Benim sizlerle işim yok. Peşimi bırakın. Dilerim Musa Çavuş'a bir şey olmamıştır." der ve oradan uzaklaşır.

Atlılar, Musa Çavuş'u Maraşlı Köyü'ne babasının yanına getirirler. Fakat yolda çok kan kaybettiği için bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz ve ölür.

 

Mihrali, arada sırada köyüne uğrar, yakınlarıyla görüşür. Aynı zamanda Musa Çavuş'un ölümü üzerine aramalara daha da hız verilir. Garip Ağa, Mihrali'yi bir yerde kıstırır. Düzlükte bir kovalamaca başlar. Bir an gelir ki, ikisinin de atları yan yana koşmaya başlar. Garip Ağa Mihrali'nin teslim olmasını isterse de ikna edemez. Kılıcıyla hamle eder. Mihrali hepsini savuşturur. Ekmeğini yediği bu baba dostuna, el kaldırmak istemez. Fakat onun kendisini öldürmek istemesi üzerine kılıcını çeker, kuvvetli bir hamle ile öyle bir savurur ki, Garip Ağa'nın sol bacağını dizinden koparır. Atlılar, takip etmek isterlerse de Garip Ağa müsaade etmez. Atlılar, onu alıp köyüne getirirler. (Bir söylentiye göre de Mihrali bu sırada Garip Ağa'yı öldürmüştür.)

 

Mihrali, gizlice annesiyle görüşür. Ona, Bahar'ı kaçıracağını söyler. Annesi vazgeçirmeye çalışırsa da başaramaz. Keçeli Köyü'ne gider ve Bahar'ı kaçırır. Artık, yanında bir de kadın olduğu için işleri de zorlaşır. Bu yüzden, Bahar'ı, bazı kereler güvendiği kimselerin yanına bırakır.

 

Bir ara, takipçilerden Tavşankuloğlu Hüseyin, Mihrali'nin yerini öğrenir, derhal oraya gider. Mihrali yanında Bahar olduğu için pek kaçamaz. Tavşankuloğlu Hüseyin, arkalarından yetişir. Kılıcını vuracağı sırada bunu gören Bahar, korunmak için sağ kolunu kaldırır. Tavşankuloğlu Hüseyin, kılıcını indirir, Bahar'ın sağ elinden üç parmağını keser, Mihrali'yi de başından yaralar. Mihrali can acısıyla geri döner. Tüfeğini ateşlemek isterse de, tüfek ateş almaz. Atını mahmuzlar, Hüseyin'e yetişir. Kılıcını sallar, ama vuramaz. Kılıç atın kuyruğunu keser. Hüseyin'in kaçtığını gören adamları da irkilir ve geri döner.

Mihrali, bir dere kenarına gider. Bahar, Mihrali'nin kanlarını temizler. Tülbendini çıkarıp başını sarar. Yara derin olduğu halde, Mihrali aldırış etmez. Atına biner, Bahar'ı emin bir yere bırakır; oradan ayrılır.

 

Mihrali, Osmanlı topraklarına geçer. Bir ihbar üzerine yaralı olduğu halde yakalanır. Gözlerini açtığında, kendini elleri ve kolları zincire bağlanmış olarak, Kars hapishanesinde bulur. Burada başkaları da vardır; fakat, sadece kendisi bağlıdır.

Mihrali'nin kendine geldiğini görence, Âşık Ahmet adındaki bir Türk, Yanına yaklaşır, Mihrali'yi konuşturur. onun meşhur Mihrali olduğunu öğrenince şaşırır. Mihrali, Aşık Ahmet'ten hapishane hakkında bilgiler alır. Birlikte kaçmaya karar verirler.

 

Aşık Ahmet, ziyarete gelen karısına her gelişinde bir şey getirmesini söyler. O da, ekmeğin içine eye, vücuduna çekiç ve benzeri eşyalar saklayıp peyderpey kocasına getirip verir.

 

Yarası cerahat bağlamış ve çok bitkin bir durumda olan Mihrali, hapishane arkadaşlarının, en zayıf bir yerden tünel açmalarını ister. Mahkumlar, geceleri sesiz ve gizlice söylendiği şekilde çalışırlar. Tünelin ağzı, maalesef nöbetçilerin bulunduğu yere denk gelir. Mihrali, son taşı çıkarmamalarını, belki bir gün lâzım olacağını söyler.

Bu arada, Mihrali'yi -yaralı olduğundan- sırtta mahkemeye götürürler. Mahkemede idamına karar verirler. Kararla ilgili evrak, önce Erzurum'daki Temyiz Divanı'na, sonra İstanbul Temyiz Mahkemesi'ne tasdike gönderilir; padişahın imzasına sunulur.

 

Mihrali ise zindana döndüğünde, durumdan arkadaşlarını haberdar eder. kaçacağını, isteyenin de kendisi ile birlikte gelebileceğini söyler. Bir gece yarısı Âşık Ahmet'le birlikte mahkumları ayaklandırır. Kan gövdeyi götürürken, Mihrali, bu arada kendisini duvara bağlayan zincirleri keser. Âşık Ahmet'le önceden kazılmış tünele girer. Son taşı kaldırırlar. Mihrali, daracık delikten güçlükle çıkarken, nöbetçi görür. Mihrali'nin kaçmasına fırsat vermeden, süngüsünü bacağına saplar. Mihrali, süngüyü kavrar. Nöbetçi tüfeği çektiğinde, süngü Mihrali'nin bacağında kalır. Mihrali, ani bir hareketle süngüyü çıkarır ve gayet ustalıkla fırlatır. Süngü, nöbetçinin gırtlağından girer; nöbetçi yere cansız düşer. Âşık Ahmet, korkusundan tünelden çıkamaz ve zindana döner.

 

Mihrali sürüne sürüne zindanın karşısındaki tavlaya girer. Tavlada, atlar için hazırlanmış otluğun içine kendini bırakır. Orada iki gece üç gündüz kalır.

 

Zindandaki ayaklanma önlendikten sonra, mahkumlar sayılır; Mihrali'nin olmadığı görülür. Hemen, dört bir yana atlılar çıkarılır. Bütün aramalara rağmen, atlılar elleri boş dönerler.

 

Mihrali, üçüncü gece biraz kendine gelir. Ayakları hala zincirle bağlı olduğu için onları eye ile kesmek ister; zincirin kalınlığı, eyenin küçüklüğü dolayısıyla kesemez. Bu halde, ata binemeyeceği için başka çareler arar. Sonunda topuğunu kesip demir bilezikleri çıkarmaya karar verir. Topuğunu kesmesiyle müthiş bir acı duyar, fakat buna katlanır. Gömleğinden bir parça yırtar, topuğuna sarar. Başından, dizinden ve topuğundan yaralı olan Mihrali, bu yönüyle azim, sabır ve cesaret timsali gibidir. Ellerindeki bilezikleri ise kesmez. Zira, kafi miktarda yarası vardır. biraz otla sarındıktan sonra, bir delikten kendisini aşağıya bırakır. Otların üzerine düştüğünden ses çıkmaz ve canı fazla acımaz. İçeride, sıra sıra atların olduğunu görür. Gözüne iyi bir at kestirir. Sonra başka bir atın sırtından ter keçesini çıkarır, bineceği atın ayaklarına bağlar. Zira, zemin taş olduğu için ses çıkarabileceğini düşünür. Havanın sıcaklığı dolayısıyla çift kapının açık olmasından da istifade ederek, atına atlar ve son sürat oradan uzaklaşır. Gece yarısı Maraşlı'ya gelir.

 

Mihrali, Maraşlı'da ilk rastladığı evin kapısını vurur. Bu ev, daha önce öldürdüğü Musa Çavuş'un babasının evidir. Mihrali'yi içeri alıp yatırırlar. Mihrali olup bitenleri anlatır. Adam Mihrali'ye ses çıkarmaz. Üstelik su ısıttırır ve bir tekne içinde onu yıkar, yaralarını temizler, merhem çalar. Süt içirttikten sonra, istirahatını temin eder. çocuklarını başına toplar. Evlerinde Mihrali'nin olduğunu, böyle mert birisine ölen kardeşlerinden dolayı kalleşlik etmemelerini söyleyerek onları ikna eder. bu arada Mihrali'nin tavladan çaldığı at damgalı olduğu için çocuklarına bu atı çok uzaklara bırakıp dönmelerini söyler. Sabahleyin altı oğlu ile beraber Mihrali'nin yanına gider; kendilerini tanıtır. Mihrali irkilir. Adam; "Biz seni Musa Çavuş'un yerine koyduk. Sen de bundan böyle bizim oğlumuz sayılırsın." der. Mihrali'ye bir ay bakarlar. Gideceği zaman, iyi bir at ile Musa Çavuş'un kılıcını verirler. Adam, altı oğlunu Mihrali'nin yanına katar ve uğurlar.

 

Bu sırada 93 Harbi (1877-1878) patlak verir. Osmanlılar hem kuzeybatıda hem de doğuda Ruslarla savaşır. Doğuda Rus ordusunun başında Loris Melikof, Osmanlı ordusunun başında da Ahmet Muhtar Paşa vardır.

 

Mihrali, atlılarını yanına alır, 120 kişilik çetesiyle Ruslara yapmadıklarını bırakmaz. Ruslar, bu belâlı Karapapak ile baş edemeyeceklerini anlayınca, "Orduya hizmet" şartıyla bağışlar. Mihrali ise, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya gizlice haber göndererek affedilirse, Osmanlılar safında mücadele vereceğini bildirir. Mihrali'nun bu teklifi kabul edilir.

 

Beri taraftan, Dalaverli Mansur (muhtemelen albay) ve Tavşankuloğlu Hüseyin (muhtemelen binbaşı) üst rütbelerdedirler. Maalesef Karapapak olmalarına rağmen Osmanlılara karşı savaşırlar*.

 

Mihrali, kuvvetleriyle Çıldır'a gelir. Yanına kardeşi Ali Bey'i de almıştır. Kendisine binbaşılık, Ali'ye de mülazımlık rütbesi verilir.

 

Bir gün, T. Hüseyin'den bir mektup alır. Hüseyin, Mansur'la arasının açıldığını, isterse emrine girebileceğini yazmaktadır. Mihrali, kabul eder. böylece, T. Hüseyin de Osmanlı'ya iltica eder. O'na da binbaşılık rütbesi verilir.

93 Harbi'nin temmuz-ağustos aylarında, muharebe iyice kızışır. Mihrali, Kars'ın Göle cihetinde, kendinden en az on misli fazla bir kuvvetle karşılaşır. Mihrali, tüfek ve kılıçla taarruz emrini verir. Saldırı anında, Mihrali'nin atı, göğsünden bir kurşun alır, yere kapaklanır. Mihrali, üç-dört metre ileriye düşerken perende atıp iki ayağı üstüne kalkar. Aynı anda tüfeğini ateşleyerek atını vuran askeri, alnından vurur. Kendisine yaklaşan bir askeri de kılıcıyla bertaraf ettikten sonra onun atına atlar, düşman saflarına dalar. Askerler bir müddet sonra kaçmaya başlar. Çemberi yaran Mihrali, önüne çıkan düşmanı tepeleyip on dört bakkaliye arabasını alır ve Kars Kalesi'ne döner. Kaleyi dıştan kuşatan askerlerin de çemberini yararak kaleye girer. Haftalardır, aç, susuz kalan askerler, gelen malzemeleri görünce bayram eder.

 

Haberi alan Anadolu Harp Ordusu Başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa; Mihrali'yi tebrik ve taltif eder. Fakat bu kuru erzak, askere kafi gelmez. Aylardır ete hasret olduklarından hepsi de bitkin düşmüştür. Hatta bu yüzden, Ahmet Muhtar Paşa, geri çekilme kararındadır. Bunu duyan Mihrali, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanına gider, kararından vazgeçmesini söyler.

Güvendiği adamları yanına alarak, düşman sınırından içeri dalar. Haradan, yüz elli kadar kadana at ile ahırlardan binin üstünde koyun çıkarıp çemberi yararak Ahmet Muhtar Paşa'ya getirir. Paşa'nın sevinçten gözleri yaşarır. Sonuçta, Kars, muhasaradan kurtulur.

 

Ahmet Muhtar Paşa, bunun üzerine Mihrali'yi çekilen Rus ordusunun üstüne gönderir. Mihrali, Göle Nahiyesi'nin Demirkapı Köyü'nde bir alay düşman süvarisini kaçırır. Karşısına başka bir alay çıkar. Zekası sayesinde bunları da alt eder: Kendisi güya kaçıyormuş gibi yapar. On misli düşman da kovalamaya başlar. Pusudaki seksen askeri, bunlara ateş ederek iki bölüğü dağıtır. Mihrali de aniden dönerek bunlara destek olur. Planın ustalığı sayesinde iki şehit, dört yaralıya karşı yüzden fazla cesedi ile düşmanı bozguna uğratır.

 

Paşa'nın sonsuz güvenini kazanan Mihrali, bu sefer Gümrü-Tiflis yolu üzerinde Ağbulak ve Parmaksızköprü'deki askeri mevkilere ait telgraf tellerini kesmeye memur edilir. Mihrali, 130 kadar süvarisiyle sekiz gün boyunca erzak kollarını vurur, telgraf tellerini keser, müfrezeleri tepeler, düşmanı çaresiz ve kımıldamaz bir hale getirir. Düşmanın yetmişe yakın can kaybının yanında, kendisi dört şehit ve sekiz yaralı ile döner.

 

Ahmet Muhtar Paşa'nın Mihrali'nin bu kahramanlıklarını payitahta bildirmesi sonucu, Mihrali'ye II. Abdülhamit (1876-1909) tarafından ilk Mecidiye Nişanı verilir.

 

Mihrali, daha sonra Paşa'dan izin alarak, Rus sınırından içeri girer. Köyü Darvas'a gelir. Akrabasını ve diğer Karapapakları toplayarak Osmanlı'ya göç eder. Kafilede kardeşi İsa Bey, karısı Bahar, kardeşi Mehmet Ali'nin oğlu Rüstem, kundaktaki oğlu Rüştü de vardır. Mihrali; "Belki ses çıkarır." diye oğlu Rüştü'yü, bir çalının dibine bırakır. Bahar Hanım, ağlar. Görümcesi Huri Hanım, kara ve soğuğa aldırış etmeyerek hemen atını geri çevirir, çalının dibinden Rüştü'yü alır, kafile sınırı geçmekte iken onlara yetişir.

 

Mihrali, daha sonra Erzurum Müdafaası'nda yer alır. Aziziye baskınından sonra, düşman, dört alayla Erzurum'u batıdan çevirmek ister. Muhtar Paşa, bunların üstüne üç-dört yüz süvari gönderir. Mihrali, bu cenkte ağır yara alır. 12 Kanunuevvel 1877'de (12 Aralık 1877) A. Muhtar Paşa İstanbul'a çağırılır. O'nun gitmesi üzerine Mihrali de artık orada kalamaz. A. Muhtar Paşa, Mihrali'ye bir kızak hazırlattırır. Kendisi İstanbul yolunu tutarken Mihrali de kafilesiyle Sivas'a doğru yol alır.

 

Mihrali, Sıvas'ta Ulaş Bucağı'na bağlı bugünkü Acıyurt Köyü toprağına gelir. Karapapaklar da çevrede kendilerine yer bulurlar. Mihrali Bey, bugünkü Konak (Acıyurt'un mezrası)'ta mesken tutar. Acıyurt, halk ağzında; "Büyük Köy, Papaklı Köyü, Mihrali Bey'in Köyü" gibi adlarla anılır. Tavşankuloğlu Hüseyin, Kuşkayası Köyü'ne yerleşir. Bugün Kangal, Uzunyayla civarında 30-40 pare Karapapak köyü vardır. Buralara yerleşmekte, devlet onlara herhangi bir güçlük çıkartmamıştır. Zira, II. Abdülhamit, Mihrali ve ahfadının dilediği yerde yerleşmesini serbest bırakmıştır. Mihrali, Sıvas'ta 40. Hamidiye Süvari Alayı'nı kurar.

 

Göçten on iki yıl sonra (1899) Kurt İsmail Paşa*, Mihrali Bey'in yanına geldi. Bağdat'ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlılar aleyhine kışkırttığını söyler. Mihrali Bey, bunun üzerine atlılarını toplar, Kurt İsmail Paşa ile Bağdat'a gider. Bağdat Valisi Mehmet Fazıl Paşa (?), bunlara izzet ikramda bulunur. Mihrali, eşkıyaya teslim olması için haber gönderir. O da bir şey yapmayacaklarına dair şeref sözü alarak teslim olur. Mihrali Sultan Abdülhamit'e eşkıyanın teslim olduğunu ve bağışlanmasını bildirir ve bağışlanır. Bağdat'ta vali ve eşkıya, Mihrali'ye iyi cins Arap atları hediye ederler. Mihrali, Kurt İsmail Paşa ile geri döner.

 

Bu olaydan sonra Mihrali'nin ünü daha da yayılır.

 

Bir gün, beyler ve ağalar Kangal'da sohbet ederken, Kangal Kaymakamı içeri girer. Herkes ayağa kalkar, Mihrali kalkmaz. Kaymakam, hiddetlenir. Mihrali de gazaba gelip, kaymakamı döver. "Sen kim oluyorsun da bana ayağa kalk diyorsun? Seni kalaycı çırağı seni!..." der . Kaymakam bu olayı vali Reşit Paşa'ya anlatır. "Seni kalaycı, beni de çırağın yaptı." der. Buna fazlasıyla içerleyen vali, durumu Sultan Abdülhamit'e bildirir. Sultan da; "Bir adamı bana çok mu gördünüz? O, benim yularsız aslanımdır." diye haber gönderir.

 

Mihrali ile Vali'nin arasının açılmasına, başka bir olay daha sebep olmuştur: Bir at yarışında, Mihrali'nin Karakütük adlı atı da vardır.* Yalnız bu atın bir özelliği vardır; silah atılmadan, silah sesi duymadan iyi koşamaz. Vali, bunu bildiği için silah atılmasını istemez. İki taraf da anlaşır. Yarış başlar. Karakütük hep geride kalır. Kuşkayası Köyü'nden Karapapak Çopur Ali, buna tahammül edemez. "Mihrali'nin atı olsun da geride kalsın bu ne demektir?" diyerek silahını ateşler. Sonuçta Karakütük birinci olur. Vali, bunu Mihrali'nin planı olarak telakki eder.

 

Bu sıralarda, Yemen İsyanı baş gösterir. Bilhassa İngilizlerin teşvikiyle Osmanlılara sık sık isyan bayrağı açan Araplar, gün geçtikçe işi azıtırlar. Mihrali'yi çekemeyen Vali Reşit Paşa; "Bu isyanı bastırsa bastırsa, Mihrali bastırır." diye Abdülhamit'e haber gönderir. Niyeti, Mihrali belasından (!) kurtulmaktır. Padişahtan gelen haber; "Dilerse gider, dilerse gitmez. Ben, O'nu her şeyde serbest bıraktım." şeklindedir. Durum Mihrali'ye bildirildiğinde; "Gitmem." demeyi yiğitliğine yediremeyip atlısını toplayarak yola çıkar. Adana'da büyük bir kalabalık Mihrali'yi karşılar. "Oralar sıcaktır, sıcağına dayanamazsınız." diye vazgeçirmeye çalışırlar. Mihrali, geri dönmeyi gururuna yediremez. Yola çıkar ve bir zaman sonra Yemen'e varır. Yanındaki kardeşi bu sırada yüzbaşıdır.

 

Kimsenin baş edemediği ve bir zamanlar eşkıya iken sonradan büyük bir vatansever olup vatanına hizmetler yapan bu destan kahramanı Mihrali, Yemen'in sıcağına dayanamaz, hastalanır ve orada ölür (1906). Atlılarından çoğu da telef olur. Ancak, üç-beş kişi geriye döner. Bunlardan bazıları Acıyurt Köyü'nden Yüzbaşı Ahmet, Yetim İsmail, Mahmut Çavuş; Kurdoğlu Köyü'nden Gökçe Çavuş, Kuşkayası Köyü'nden T. Hüseyin'dir. Mihrali'nin kardeşi Ali Bey ise Yemen dönüşü gemide öldürülmüştür. Bir söylentiye göre, Sıvas'taki Karapapakların lideri olmak için Ali Bey'i, Tavşankuloğlu Hüseyin öldürmüştür. Mihrali Bey'in oğlu Rüştü Bey ise 1932'de vefat etmiştir.

 

 

 

II - MİHRALİ BEY HAKKINDA MANZUM PARÇALAR

 

-1-

Âşık Sadık'ın Mihrali Bey Destanı

 

Ey ağalar beyler bizim ellerde

Koçaklıktan yana birdi Mihrali

Cahallık eyleyip dağlarda gezdi

Epey zaman kaçak durdu Mihrali

 

İbtidâ gözünden düştü devletin

Sonra göze girip buldu rağbetin

Cihana tanıttı şânın şevketin

Bir eşsiz nâmıdâr erdi Mihrali

 

Kan kavga kopanda Kars'ın başına

Doksan üç'te baktı yurdun işine

Dört-beş yüz atlıyı yığdı peşine

Moskof'un cengine girdi Mihrali

 

Muhtar Paşa kıydı ona nişânı

Başladı dökmeğe hûn-ı düşmanı

Şânı tuttu bütün Kafkasistan'ı

Koçaklarda dizdi ordu Mihrali

 

Ordu-yı İslam'a rehnümûn oldu

Tanrı aslanı çok şâd memnun oldu

Düşman güzergâhı her pür nun oldu

Leşlerini yere serdi Mihrali

 

Kemender Kazağı hep bizâr etti

Rahat yatırmadı can bizar etti

Loris de elinden el-hazer etti

Gece karargâhlar yardı Mihrali

 

Moskof ordusuna çok dehşet saldı

Hareketlerini keşfedip bildi

Osmanlı askeri tedarik aldı

Düşmana tuzağı kurdu Mihrali

 

Adını duyanda Rus'un Saldad'ı

Koparırdı "Mama" deyip feryadı

Moskof'a havf saldı merdâne adı

Gözlerin kurdunu kırdı Mihrali

 

Rus'u Şüregel'de pişman eyledi

Yollarını kesip hüsran eyledi

Taburların hâkle yeksan eyledi

En dilâverlerin yordu Mihrali

 

Mel'un Hacı Veli gör ne iş tuttu

Beş kapige dinin nâmusun sattı

Kars'ın teslimine çok gayret etti

O'nu sağ Paşa'ya verdi Mihrali

 

Huda'nın mukadder günü gelende

Bu hâl ile mahşer günü gelende

Düşmanların zafer günü gelende

Ciğerine dağlar vurdu Mihrali

 

Ağlaya ağlaya yurdu terketti

Atlıların çekip Sivas'a gitti

Nice ehl-i maraz şifâya yetti

Onlara bir tâ'un çordu Mihrali

 

Alnına yazılmış kara yazılar

Murada yetmedi ağlar sızılar

Haberi getirdi bazı bazılar

Kars'ı her gidenden sordu Mihrali

 

Akıbet O'na da bu fâni cihan

Yâr olmadı göçtü kalmadı mihman

Cennet-i Al'â'da tuttu bir mekan

Gaziler yanına vardı Mihrali

 

Gani Rahmân rahmet eyleye ana

Azim hizmeti var dine vatana

Ahvadımız dâim adını ana

Severdi gönülden yurdu Mihrali

 

SADIK'ın feleğe meydanı kaldı

Kıydı o yiğide nâm şânı kaldı

İkinci Köroğlu destanı kaldı

Söylenir dillerde merdi Mihrali

Âşık SADIK

 

 

-2-

Mihrali Bey Destanı*

 

Osmanlı da ona yağılık etti

Yaralı aslanı kal'aya attı

Kıymetin bilmedi kötülük etti

Kars'ın kal'asını yardı Mihrali

 

Muhtar Paşa divanına sesledi

Nişan verdi şân şerefin süsledi

Ganimetle orduları besledi

Şikârın yanına kaldı Mihrali

 

Berat aldı Padişah'ın elinden

Gece aştı Kabaktepe belinden

Gümrü Tiflis kan ağladı elinden

Gürcistan'a talan saldı Mihrali

 

Tülü Musa çok hıyanet eyledi

Kâmil gizli sırlarımız söyledi

Mansur Latif Karapapak beyleri

Osmanlı'ya arka daldı Mihrali

 

Sürü sürü koyunları geçirdi

Yılkı çekip atlarını aşırdı

Kafkasya'dan beri sürdü getirdi

Urusya'dan çok bac aldı Mihrali

 

 

-3-

Mihrali Bey Atlıları Türküsü**

 

Ehli İslam olan eşissin bilsin

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

İsterse Uruset ne var ki gelsin

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

 

Kurşanıng kılıncı geyhiniñ donu

Kavga bulutdarı sardı her yanı

Doğdu koç iğiding şan almakh günü

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

 

Esger olan bölüyh bölüner

Kars Kalası sandız mı ki alınar

Boz atdar üstünde kılınç çalınar

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

 

Kavga günü namert sapa yer arar

Er olan göğsünü tüşmana gerer

Cem-i ervah biznen meydana girer

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

 

Hele Al-Osman'ın görmüyüf zorun

Din gıyratı olan tederiyh görüñ

At tepiñ baş kesiñ Kazağ'ın kırıñ

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

 

Men-Esfer'di(r) biling Urusuñ esli

Orman yabanısı balıhçı nesli

Hınzır sürüsüne dalıf kurt misli

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

 

ŞENNİYH ne durursun atdarı miniñ

Sıyra kılınç tüşman üstüne dönüñ

Artajakhdı(r) şanı bu Al-Osman'ıñ

Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana

Âşık ŞENLİK

 

 

-4-

93 Kars Kavgaları Türküsü*

 

Gümrü'den yörüdü şapkalı Kazak

Kars içinde eser bir acı sazak

Kaptan Paşa diyer: Devranı bozak

Gel beri gel beri bizim Osmanlı

Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

 

Yaktı gülşen yurdu zâlim saldadı

Loris de zulmedip verdi berbadı

Ardahan kan ağlar gözler imdadı

Gel beri gel beri bizim Osmanlı

Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

 

Mirali Paşa da çok mertlik etti

Mansur'un evini yıktı dağıttı

Hacı Veli'nin de toyunu tuttu

Gel beri gel beri bizim Osmanlı

Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

 

Muhtar Paşa aldı Gazi şanını

Çevirdi Moskoflar çevre yanını

Yahnılar koparttı Nuh tufanını

Gel beri gel beri bizim Osmanlı

Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

 

 

-5-

Mihrali Bey**

-Uzunhava-

 

Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama

Köz koyup da ciğerimi dağlama

Alay gitti beni burda eğleme

  Yemen'e de benim ağam Yemen'e

  Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e

  Kurdu m'ola çadırları çimene

  Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne

  Oğul dert benim değil mi vallah kime ne

 

Ben gidiyom Rüştü Bey'im sana bir nişan

Susuzluktan alayları perişan

Hiç iflah olur mu Yemen'e düşen

  Bağlantı

 

Mihrali'yi sorarsan ezelden yaslı

Çifte al kılıcın uçları paslı

Ta ezel ezelden yaslıyım yaslı

  Bağlantı

 

Mihrali'yi sokaklarda tuttular

Ağamı da bir kurşuna sattılar

Mihrali'yi Yemen'e de attılar

  Bağlantı

 

Mihrali Bey Hamidiye alayı

Düşmanlar çıkardı türlü belayı

Nedir Ali Bey'im bunun kolayı

  Bağlantı

 

Devlete bağlıdır şu senin başın

Cihanda aransa bulunmaz eşin

Elliyle altmışa yakındır yaşın

  Bağlantı

 

Kum tepesi oldu görünmez otlar

Açlıktan ölüyor küheylan atlar

Kardaş şehit düştü nice yiğitler

  Bağlantı

 

Arap atlar geldi bağlanmak ister

Kömüşlerin geldi yağlanmak ister

Rüştü Bey büyüdü evlenmek ister

  Bağlantı

 

(Rüştü Bey : Mihrali Bey'in oğlu, Ali Bey : Mihrali Bey'in kardeşi)

 

 

-6-

Mihrali Bey'e Ağıt

 

Bell'oldu gittiğin benim efendim

İndelhan olanlar seni arıyor

Yıkıldı bir yanı koca Sivas'ın

Dervişan olanlar seni arıyor

 

Bozuldu elvanı yüce binanın

Gamı arttı içindeki çobanın

Kesildi kısmeti hane viranın

Cennette gılmanlar seni arıyor

 

Yükledi göçünü can Mehmet Ali

Bir zaman dillerde söylensin hâli

Mahir Bey kızının kırıldı kolu

Akıttı al kanlar seni arıyor

 

Gayri şahin uçtu dalda yar kaldı

Vefasız dünyanın ömrü az kaldı

Bağlar çiçek açmış güllü yar geldi

Bahçıvan olanlar seni arıyor

 

Ne muhalif değdi feleğin taşı

Yaktı nâsı ayrılığın ateşi

Yine eşkiyalar kaldırdı başı

Bezirgân olanlar seni arıyor

 

Hani senin gibi ellerde rehber

Senden ziya umar günler geceler

Çarşılarda esnaf köylerde rençber

Dağlarda çobanlar seni arıyor

 

Olanca muradın mahşere kaldı

Felek bu belâyı bizlere saldı

Âşık RUHSATÎ de meddahın oldu

Nice pehlivanlar seni arıyor

 

 

-7-

Mihrali Bey'in Sivas'a Geliş Destanı

 

Nasıl methetmeyem Mihrali Bey'i

Sivas ülkesinin beyi geliyor

O zâlim düşmanın elinde kalmaz

Sivas ülkesinin beyi geliyor

 

Herkes kaderine boynunu eğe

Ünü dağılmıştı şehire köye

Zarar ziyan gelmez Mihrali Bey'e

Sivas ülkesinin beyi geliyor

 

Acem yiğididir yahşıdır yahşı

Gösterir kendini kemâli şahsı

Ahbabı yaranı giderler karşı

Sivas ülkesinin beyi geliyor

 

Köyü Acıyurt'tur yeri Konak'tır

Böyle bir yiğidi görmeli çoktur

Yiğitliği veren ol Gâni Hak'tır

Sivas ülkesinin beyi geliyor

 

Püryânî bu anda söyler bitirir

Hakk'ın birliğine şükür yetirir

Yurdun şerefini beyler artırır

Sivas ülkesinin beyi geliyor

Tokatlı Âşık PÜRYÂNÎ*

 

 

-8-

Mihrali Bey Ağıtı

 

Nasıl methedelim Mihrali Bey'i

EyvaH Mihrali Bey gitti gelmedi

Düşman mı oldular kahraman sana

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Malın mülkün mirasçılar paylaşır

Rüştü Bey'in Konağ'ında eğleşir

Bacıların "Gardaş" deyi ağlaşır

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Sürmeler çekilir kirpiğe kaşa

Mihrali Bey o Yemen'e ulaşa

Günler sıcak olur çıkamaz başa

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Vasfedelim Mihrali Bey halını

Yiğitliğin şerefini şanını

Çifter hanım bekliyorlar yolunu

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Acıyurt iklimi Konak Köyü'nü

Ne bayramı belli ne de düğünü

Gözlerim gelmedi Ali Bey'imi

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

İsa Bey'in O'nun büyük gardaşı

Yemen'e yapmağa gitti savaşı

Ağlar Sivas halkı döker göz yaşı

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Aştı çayır çimen güller nergizler

Bütün yasta kaldı gelinler kızlar

Sivas ahalisi yolunu gözler

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Yemen dedikleri gayet sıcaktır

Konak Mihrali Bey yalan ocaktır

Ahbabın yarenin dostların çoktur

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Mihrali Bey ünün duyanlar ağlar

Gam çeker dostların kara yas bağlar

Ulaş Nahyası'nda köyler kan ağlar

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Ummazdım ki ol Yemen'de kalasın

Sıcağından böyle bir hoş olasın

Kars'ın kumandanı Acem balası

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Kahraman Mihrali yiğit bir kişi

Ne yazı bellidir ne soğuk kışı

Topladı orduyu otuz bin kişi

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Ne diyelim senin yiğitliğine

Âlem and içiyor hürmetliğine

Hak'tan bir inayet kuvvetliğine

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Biter mi hiç Mihrali Bey davası

Aslanın boş kalmaz yurdu yuvası

Bir beş değil atmış köyün ağası

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Öyle bir kumandan öyle paşaydı

Biner ata yüce dağlar aşardı

Mayetinde nice yiğit yaşardı

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

 

Bu Mihrali Bey'in bu halı böyle

Konuşurdu ağa paşa bey ile

Dinlen gel Püryânî yeniden söyle

Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi

17.3.1984

Tokatlı Âşık PÜRYÂNÎ

 

 

-9-

Mihrali Bey Destanı

 

Nasıl methetmeyem Mihrali Bey'i

Her yerde şerefi ünü söylenir

Yaptığı yiğitlik aklıma düştü

Üzerinden geçen günü söylenir

 

Bey'in çoktur anlatırsak davası

Titretti elinde koca Sivas'ı

Sürüyü sakladı Kangal Ağası

Her yerde şerefi şanı söylenir

 

Mihrali Bey ata biner yürürdü

Düşman görse korkusundan erirdi

Doksan üç'te gelenleri korurdu

Asâleti cinsi dini söylenir

 

Mihrali Bey sözlerini açmalı

Bunu yazıp tarihlere geçmeli

Kılıcıyla korkuturdu düşmanı

Kılıcı kalkanı kını söylenir

 

Mihrali Bey konu açanlar açsın

Senin ünün her tarafa dolaşsın

Dinlensin Mihrali tarihe geçsin

Verilir bu vasfı dili söylenir

 

Mihrali Bey'imi bilenler bilir

Güçlü idi bir orduya baş gelir

Ol her yerde kahramanlık söylenir

Böyle kahramanın hali söylenir

 

Mihrali Bey çıktı gine meydana

Ne kadar hanımdır doğuran ana

Kılıcı bölendi al kızıl kana

Gülşen bahçesinde gülü söylenir

 

Mihrali Bey senin nasıl duyuram

Yiğitlerden seni seçem ayıram

Yaradandır seni böyle kayıran

Püryânî bugünkü gün bunu söylenir

17.3.1984

Tokatlı Âşık PÜRYÂNÎ

 

 

-10-

Mihrali Bey

 

Aslan yatağını görmeye geldim

Kaldığı yerlerdir Merali Bey'in

Konağ'ı görünce düşlere daldım

Olduğu yerlerdir Merali Bey'in

 

Kahpeleri almaz imiş araya

Ak dememiş hatır için karaya

Seksen bir'de göçüp işte buraya

Geldiği yerlerdir Merali Bey'in

 

Her ana doğurmaz böylesi eri

Hayatında adım atmamış geri

Arayıp gönlünce kalacak yeri

Bulduğu yerlerdir Merali Bey'in

 

Dağların çökmüştür duman üstüne

Şiirler yazmışım zaman üstüne

Beş yüz atlısını yemen üstüne

Saldığı yerlerdir Merali Bey'in

 

İSMETÎ der cihat etti yılmadı

"Hürriyet demişti hayatın tadı

Tarihte şanına yakışan adı

Aldığı yerlerdir Merali Bey'in

 

 

 

III - MİHRALİ BEY'İN SOYKÜTÜĞÜ

 

                                                                    Mehemmedeli (Memili)

                                                                    (XVIII. yüzyıl ortaları)

                                                    _______________I______________

                                                    I                                                                            I

                                                Allahverdi (1789-1850)         Abdulla (1805)

                                        _________I ______                         ______I______

                                        I                                        I                         I                             I

                Gurban (1817) Memili (1823)                             Beli             Gülehmed

                            I                                 I                                       (1830)             (1836)

                 ____I_________         I

                I                              I             I

              Allahverdi   Memmed     I

                (1848)         (1850)           I

                                                                I

________________________I_____________________________

 I                         I                         I                             I                             I                         I

Mehrali*     İsa (1850) Memmedalı               Alı                         Hürü             Keziban

(1844-1906) I                         I                 (1856-1906)

I                         I                         I                             I

Rüştü Bey      I                         I                             I

(1877-1932) Şükrü          Rüstem                 Şakir

I                         Fikri                                             Ziyaddin

Nureddin       Nadire                                        Anber

Mehralı                                                                 Hayriye

Karman                                                                 Süsen

Turgut

Şemseddin

Zekiye

Şahdane

Meliha

Seniha

 

Not: Daha önce soy kütüğü tablosu, Prof. Dr. Valeh Hacılar tarafından son bilgiler etrafında tekrar gözden geçirilmiş ve yukarıdaki toblo oluşturulmuştur. Daha objektif bulduğumu bu tabloyu yukarıda aynen gösterdim.

 

 

 

IV. KAYNAKÇA:

Kaynak Şahıslar:

Beşir Sönmez, (48 yaşında, Sıvas Acıyurt Köyü'nden) Mihrali Bey'in Torunları Nurettin Memilioğlu (3.4.1984'te vefat etti.), Turgut Memilioğlu, Mihrali Memilioğlu (Derleme birkaç sene içinde yapılmıştır.)

Kaynaklar:

Aslan, Ensar, (1983), Mihrali Bey Destanı, Şükrü Elçin Armağanı, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Armağan Dizisi, Ankara, s. 11-17.

Danişmend, İsmail Hâmi; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, İstanbul, 1972.

Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 1328 (1912).Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Sânisi, Anadolu Rus Muharebeleri, İstanbul, s. 86.

Gencosman, Kemal Zeki, (1972), Türk Destanları, İstanbul, s. 142-149.

Güney Eflatun Cem-Çetin Eflatun Güney (1963), Ruhsatî Hayatı ve Şiirleri, s. 182-183.

Hacılar, Valeh, Borçalı Mehralı Bey Tarihi Hekiketlerde (2001), Bakı.

Kars Savunmasında Bir Destan Kahramanı, Şubat 1983, Yıllarboyu Tarih Dergisi, s. 43-45.

Kırzıoğlu, M. Fahreddin, (1958), Edebiyatımızda Kars II, İstanbul.

Kırzıoğlu, M. Fahreddin, (1972), Karapapaklar, Erzurum

Kurat, Akdes Nimet, (1948), Rusya Tarihi, Ankara

Mehmet Arif Bey, Başımıza Gelenler, 1328 (1912), İstanbul.

Savaş Destanlarımız, (1970), Hayat Tarih Mecmuası, S. 6, İstanbul, s. 80.

Sevük, İsmail Habib; (1943), Yurttan Yazılar, İstanbul, s. 336-340.

Sırma, İhsan Süreyya, (1980), Osmanlı Devletinin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul.

 

 

 

 

 

* Karapapak adı tarihte ilk defa 1599 yılında Buhara Hanlığı belgelerinde geçer. Önceleri aşağı İdil civarında yaşamakta iken Timur'un zulmünden yahut da Rusların Kazan'ı işgal etmelerinden dolayı buradan ayrılıp Zerefşan (Semerkand'ın doğusunda) bölgesine gelmişler, sonradan Özü (Dnepr) ırmağının batısına geçmişlerdir. Kür-Aras boylarından göçme Sulduz Karapapakları da Tiflis'in güneyinde Borçalı (eski adı: Loru) sancağında mesken tutmuşlardır. Şii ve Sünni inanca sahiptirler. (Mihrali Bey, Sünnidir.) Yanlış olarak Şii olanlara Tat ve Acem, Sünnilere de Terekeme denilir. Halbuki, Karapapakların Acemlikle alâkaları yoktur. Kaza kuzu derisinden kalpak giydikleri için kendilerine bu ad verilmiştir. Karapapaklar zeki, çalışkan, iyi ata binen, iyi silah kullanan bir Türk boyudur. Zengin bir folklora sahiptir. (Acıyurt Köyü Folkloru ile ilgili olarak Türk Folklor Araştırmaları, Sivas Folkloru ve Türk Folkloru dergilerinde beş yazımız neşredilmiştir.) 93 Harbi esnasında bir kısmı Osmanlılara yardımcı olurken, ne acı ki bir kısmı da (Mansur, Tülü Musa, Latif, Kamil gibi...) Ruslarla elbirliği yapmıştır.

 

* Kurt İsmail Paşa 93 Harbi'nde Erzurum Valisi idi. Ahmet Muhtar Paşa'nın İstanbul'a çağırılması üzerine, onun yerine vekil olarak kaldı.

 

* Mihrali çevrede sık sık at yarışları düzenler, Konağında pehlivanlar barındırır, böylece ata sporlarının yaşamasına yardımcı olur. Barındırdığı pehlivanlardan Siciminoğlu'nun sırtını o devirde kimse yere getirememiştir. Bu pehlivanı uyurken kalleşlikle öldürmüşlerdir.

 

* Bu destanın şâirini maalesef tespit edemedik.

** Karapapak Âşık Şenlik (1853-1912) tarafından 1877 Nisan'ında söylenen koçaklama.

 

* Cendere Köyü'nden Karslı Bahri Efendi'den derlenmiştir.

 

**Mihrali'nin yakınları tarafından söylenmiş olan bu uzun havayı Malatyalı sanatçı Kemal Keskin plağa okumuştur. Bu yüzden bazı çevrelerce Mihrali Bey uzun havası Malatya yöresine mal edilmektedir. Bu yanlışlığı da ilgililer düzeltir düşüncesiyle, bilhassa belirtmek istedik. Uzunhava Sivas'ın Acıyurt Köyü'ne aittir.

 

* Halk her ne kadar "Acem" derse de yazımızdaki Karapapaklar dipnotunda da belirttiğimiz gibi bu, yanlış bir yakıştırmadır. Karapapakların Acemlikle alakaları yoktur.

 

* Mihrali Bey'in hanımları: Bahar, Gülgaz (Gülnaz).



Molla Ahmed'in Türküsü

 

Aslen Babadağ'lıdır. Genç, yiğit, yakışıklı bir delikanlıdır. Serde erkeklik var ya!ailesine küser tutar gurbetin yolunu. Gelir Şuhut ilçesine. Güçlülüğü ve cesaretinden ötürü delikanlılar arasında kendini hemen sevdirir. Efeler alayının başı olur.Sesinin güzelliğinden dolayıda müezzinlik yapar ara sıra.Bu yüzdende kendisine Molla lakap'ını takarlar. Molla Ahmet aynı zamanda kasabada kahvecidir. Kasabanın zenginlerinden birinin kızı bu özellikleri bulunan Molla Ahmed'e tutulur. Molla Ahmed'de bu kızı sever.

 

Anadolu'da böyle zengin ve güzel kızların gönlüne girmek için delikanlılar arasında rekabet bir görenektir. "Macar" lakaplı namert de kıza tutkundur. Arkadaşlarıyla birlikte Molla Ahmet'i bir kır alemine davet ederler. Mola Ahmet iyi yüreklidir, arkadaş'larının namert çıkacaklarına hiç ihtimal vermez. Kısa bir eğlenceden sonra ansızın Ahmet'i kıskıvrak bağlarlar. Hiç acımasız elini, kolunu , bacağını parça parça edip sazlığın oraya bırakır uzaklaşırlar.

 

Yakın köylerin köpekleri ağızlarında et parçalarıyla dolaştıklarında köylüler Molla Ahmet'i çoraplarından tanırlar. Suçlular yakalanır adalete teslim edilirler. Olay halk içinde nefretle anılır. Olay, türküde bütün inceliğiyle dile getirilmiştir.

 

 

 

MOLLA AHMED

 

Anne beni kırk pınarda kestiler,

Cepken'imi saz dalına astılar.

Anam babam benden umut kestiler.

Dalgın uykulardan uyan Ahmed'im

 

Yağlı kamalara dayan Ahmed'im

Yakuboğlu kamaları yağlıyor,

Neslihan kız siyim siyim ağlıyor,

Katil Macar kollarımı bağlıyor.

 

Kuş gibi meydanlarda dönen Ahmed'im

Neslihan yoluma ölen Ahmed'im.

Bir incecik yol gidiyor Bazlar'a,

Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara,

 

Selam söylen anam ile kızlara.

Dalgın uykulardan uyanamadım,

Yağlı kamalara dayanamadım.

Biçildi mi Seydi köy'ün çayırı,

 

Kadir MEVLA'm canı candan ayırı,

Hiç kalmamış Neslihan'ın hayırı

Koç gibi meydanlarda dönen Ahmed'im

Dostlar düşman imiş ben bilemedim.

 

 

  

Penceremin Altında Zerdali Dalımısın

Bu türkünün hikayesi Çankırı'nın Çerkeş kazasının Hacı Bey köyünde yaşanmıştır. Altı çocuğuyla beraber yoksul bir hayat süren, bütün umutları toprağa bağlı bir aile vardır. Bu ailenin Gülbahar isimli bir de güzel kızları vardır. Henüz on beş yaşında olan Gülbahar'ın gönlünde köyün zenginlerinden bir ağanın oğlu Murat yatmaktadır. Murat bu sevgiden habersizdi.

Gülbahar her gün testisini alır çeşmeye gider.Gider ama düşüncesiyle Murat'ı da beraberinde götürür. Testisini doldurur. Penceresinin önündeki zerdali ağacını sular,ama bu işleri yaparken hep Murat'ı düşünmektedir. Bir gün çeşme başında Murat'ı gördü. Heyecanını gizleyemedi Gülbahar. Elleri titriyor, yüzü durmadan renk değiştiriyordu. Murat dayanamadı sordu.

Beni sevdiğini söylüyorlar köyde doğrumu bu?

Gülbahar bu sefer daha da heyecanlandı, bir şey diyemeden kaçamak bir bakışla Murat'ın yüzüne baktı, hızla oradan uzaklaştı. Bakış o bakış Murat'ında içine bir ateş düşmüştür. Her gün çeşme başında buluşmaya başlarlar. Murat'ın babası bunu duyar. Oğlunun bir fakir kızıyla ilgilenmesini istemiyordur. Komşu köyden bir kızla Murat'ın nikahını kıydırır. Bütün umudunu yitiren Gülbahar ekmekten aştan kesilir. Günlerce ağzına bir şey koymaz. Artık her şeyin bittiğine kanaat getirir ve kendisini, büyük bir umutla beslediği zerdali ağacına asar. Çünkü davul zurna sesleri köyün sessizliğini yıkmıştı, gelin geliyordu. Her şeyden habersiz Murat pek düşünceliydi. Haberi duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Kendisine ve insanlara dünyaya lanet ediyordu. Çok geçmeden aklini kaybetti. Bir daha da eski haline gelemedi.


PENCEREMİN ALTINDA ZERDALİ DALIMISIN

Penceremin altında da a beyim
Zerdali dalı mısın?
Düşkün düşkün duruyonda a beyim
Benden sevdalımısın?

Hep kara leylide bakışır aman
Kaşları gözlere yakışır aman.

Penceremin altında da a beyim
Kitap açmış okuyor.
Perçemine yağ sürmüşte a beyim
Yel estikce kokuyor.

Hep kara leylide bakışır aman
Kaşları gözlere yakışır aman.

Pencereden bakıyor da a beyim
Şeker olmuş akıyor.
Bu sevda nasıl sevda a beyim
Beni candan yakıyor.

Hep kara leylide bakışır aman
Kaşları gözlere yakışır aman.


Kaynak:
Mehmet ÖZBEK
Folklor ve Türkülerimiz
Ötüken Neşriyat  İstanbul 1994


Pos Pos Köprüsü

 

Salt bölgemize özgü bir Bati Trakya türküsü. Gümülcine şehrinin hemen yakınında yer alan Rodop dağları eteklerinde,halk arasında "Yaka"diye adlandırılan köyler dizisinin ilk koyu Sendelli'dir.Pos-Pos çayı kenarındaki Sendelli'de kırk kırk beş yıl önce yaşanmış bir namus olayının öyküsüdür bu türkü.

 

Tahminen 1946-1947 yıllarında Sendelli güzellerinden Fethiye Hanim hakkında koy içinde dedikodu yayılır. Aslen Büyükmüselim köyünden olan Fethiye Hanımla Sendelli'li Halil, evlilik hayatlarında iyi geçinmekte ve bir çocukları bulunmaktadır. Fakat kadın hakkında dedikodunun yayılması üzerine,Fethiye'yi kıskanan kocası, kadına anasının evine gitmeyi yasak eder. Bir gün, aile reisinin dağda odun kesmekte olduğu sırada esinin evde bulunmadığını haber alması, kocayı hiddet içerisinde köye dönmeye mecbur eder. Gerçekten kadın evde bulunmadığını ve dışardan gelmekte olduğunu görünce dut ağaçlarının bulunduğu bir yerde, karisini elindeki baltayla oldurur. Dağa çıkar,daha sonra Bulgaristan a geçer. Aradan birkaç yıl geçince tekrar geri döner, fakat köyünde barınamaz. Gidip Edirne'ye yerleştiği ve orada yasadığı söylenir. Fethiye Hanımla evliliklerinden olan çocuk da daha sonraları olduğu için bu ailenin tamamen dağıldığı görülür.

 

Tutucu bir toplum özelliği taşıyan Bati Trakya Azınlık halkının namus kavramına verdiği önem bakımından ilginç bir türküdür Pos-Pos köprüsü ...

 

Pos-Pos köprüsünü seller mi aldı

Fethiye'nin yavrusunu eller mi aldı

Gelme annem kum içindeyim

Sen beni bilemezsin kan içindeyim

 

Ben ne ettim ne ettim teyzeme gittim

Teyzemden gelir iken can telef ettim

Gelme annem gelme kum içindeyim

Sen beni bilemezsin kan içindeyim

 

Uyu Halil uyu ağacın altında

Fethiye'yi de vurdun dutun altında

Gelme annem gelme kum içindeyim

Sen beni bilemezsin kan içindeyim.

 

 

Kaynak:

Öyküsüyle Türküsüyle

Batı Trakya Türküleri

Reşit Salim- Osman H. Arda

Sazalcadan Çıktım (Halime)

 

Sazalca yıllar önce Türklerle Rumların birlikte yaşadığı bir köydü. Denegide' de (Yeşilburç) Hakkı adında değirmencilikle uğraşan yiğit bir Türk oturuyordu. Hakkı her gün değirmene gidip gelirken gördüğü Despina adlı bir Rum kızına aşık olur ve birbirlerini çok severler. Fakat din ayrılığı iki aşık için büyük bir sorun olur ve Hakkı ile Despina kaçmaya karar verirler. Bu durumu duyan Rum gençleri Hakkı' yı dövmek için plan yaparlar. Hakkı'nın yanında çalışan Rum genci bu planı duyar ve Hakkı'yı haberdar etmek ister ama geç kalmıştır. Tam bu sırada 5,6 Rum genci değirmenden içeri girer ve Hakkı' yı dövmeye başlarlar. Hakkı bir yolunu bulur ve değirmenden kaçarak Despina' nın yanına gider. Hakkı Despina'yı da alarak Bor'da ki halasının evinde saklanırlar.

 

O devirlerde Rumlar çok şımarık,sarayda ve Niğde meclisinde sözleri geçen bir topluluktur. Rumlar Hakkı' ya çok kızmış,onun yakalanması ve cezalandırılması için var güçlerini ortaya koymuşlardı. Sonuçta iki aşık saklandıkları yerde yakalanır ve Hakkı hapse atılır. Zamanın güçlü ağaları Hakkı'yı hapisten kurtarır ve aşıklar tekrar gizli gizli buluşmaya başlarlar. Hakkı'nın arkadaşları bu işe çare bulmak için Adana'ya giderek hükümet adamları ve zamanın Kadısı ile görüşüp onları ikna ederler. Hakkı bu görüşmelerden cesaret alarak Despina' yı bu defa Adana'ya kaçırır ve orada nikahları kıyılır. Rumlar bu olaya çok kızarlar ama artık yapacakları bir şey kalmamıştır.

 

 

Kaynak:

-ERCAN, Ali, Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri, s.29,30, Niğde

İl Basım Evi, Niğde, 1965

-ONGAN, Halit, Niğde Halk Türküleri, s.54,55,56, Niğde Vilayet Mat., Niğde,

1937

 

Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz

Şen Olasın Ürgüp (Cemal'ım)

 

Türkü, öldürülen Cemal'e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir.* Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

 

Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.

 

Ağıt, Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler. Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.

 

 

Türkünün asıl metni şöyledir:

 

Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez

Kıratın acemi konağı tutmaz

Oğlun da çok küçük yerini tumaz

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Ürgüp'ten de çıktığını görmüşlür

Kıratının sekisinden bilmişler

Seni öldürmeye karar vermişler

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Cemal'ın giydiği ketenden yilek

Al kana boyanmış don ile göynek

Sana nasip oldu ecelsiz ölmek

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Ürgüp'ten de çıktın kırat kişnedi

Üzengiler ayağını boşladı

Yağlı kurşun iliğine işledi

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Karlık ile başkadın pınar arası

Çok mu imiş Cemal'ımın yarası

Ağlayıp geliyor garip anası

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Cemal'ın giydiği kadife şalvar

Dükkânın kilidi cebinde parlar

Oğlun da çok küçük beşikte ağlar

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Kıratın üstünde bir uzun yayla

Ne desem ağlasam kaderim böyle

Gidersen Ürgüp'e sen selâm söyle

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Kıratım başımda oturmuş ağlar

Cemal'a dayanmaz şu karlı dağlar

Üzüm vermez oldu Karlık'ta bağlar

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

Giden Cemal gelir mi de yerine

İçerimde yaram indi derine

Cemal düşta kahpelerin şerine

  Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım

  Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım

 

(seki : atın tırnaklarının üst kısmında bulunan beyaz kıllar)

 

 

* Bana Cemal'ım türküsünü ve türkünün hikâyesini göndermek lutfunda bulunan İsmet Aksoy'a şükranlarımı sunarım.

 

 

 

Yrd. Doç Dr. Doğan Kaya

Yandım Hudey Türküsü (Türkmen Gelini)

 

Seferberlik yıllarında askere alınanlar, ya çok uzun yılar sonra döner, yada hiç dönmezlermiş. Hele bu gidilen yer Yemen ise, geri dönme ihtimali hemen hemen hiç olmazmış.Çünkü gidenlerin çok azı sağ olarak geri dönüyormuş. Erzincan’dan bir delikanlı, uzun yıllar sevdiği kızla nihayet evlenir.Gelinle bir hafta bile birlikte kalmadan,askere alınarak yemene

gönderilir. Bunun üzerine hem gelin, hem de kendisi çok üzülür, ama; Çare yoktur, vatan hizmetine gidilecektir.

 

Askere giden delikanlıdan uzun bir zaman haber alınamaz. Bunun üzerine kendisinin öldüğüne kanaat getirilir. Bir süre sonrada bu delikanlının babası,oğlunun hanımını, yani gelinini kendisiyle evlenmeye ikna eder ve geliniyle evlenir.

Aradan birkaç sene geçer. Delikanlı bin bir türlü meşakkat!ten sonra askerliğini bitirerek Erzincan'a döner, köyüne gider. Evine varır ki, hanımı ev damında hamur yoğuruyor. Hanımı kendisini görünce şaşkınlık geçirir ve ağlamaya başlar. Delikanlı hanımına, sevineceği yerde neden ağladığını sorar. Hanımı iki gözü iki çeşme,durumu olduğu gibi delikanlıya anlatır. Delikanlı bu durum karşısında, beyninden vurulmuşa döner. Delikanlının başına gelenlere köy halkı da çok üzülür. Bu acıklı durumu;Delikanlının ağzından, aşağıdaki türkü ile dile getirirler.

 

Ev damına girdim aney,yandım hudey diley diley

Elleri hamur.

Gözünden akıyor bir sulu yağmur oy

Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley

Sen bu gelini

 

Odasına girdim kahve büşürür oy

Kınalı parmaklar aney yandım hudey diley diley

Fincan düşürür

Seni gören aşık aklın şaşurur oy

Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley

Sen bu gelini

 

Odasına girdim namaz’a durmuş oy

Kaşları gözleri aney, yandım hudey diley diley

Kendine uymuş

Seni gören aşık aklın şaşurmuş oy

Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley

Sen bu gelini

 

Keten köynek giymiş yakası nazük oy

Koluna yapturdum aney, yandım hudey diley diley

Altun bilezük

Öpmeye kıyamam sevmeye yazuk oy

Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley

Sen bu gelini

 

Bacasından çıkmış ayvanın dal’ı oy

Yüzüne de vurmuş aney,yandım hudey diley diley

Yazmanın alı

İşte görünüyor dünyanın halı oy

Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley

Sen bu gelini

Elleri kınalı aney, Yandım hudey dily diley

Taze gelini

 

 

Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun?

 

 

Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.

 

Derin bir iç geçirdi.

 

Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:

Gene derin bir iç geçirdi.

 

Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."

 

Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.

 

Resullarin Emine anaydı gelen:

 

- Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:

- Yoook, ağlamıyorum nene...

 

Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:

- Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?

 

"Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:

- Sus bacım, dedi. Sus! Bir başkası:

- Gözlerinden döktüğüne yazık!

 

Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:

- El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!

-Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..

- En doğrusu bu ama....

- Dinlemiyor ki!

- Bu gençlik, bu tâzelik...

- Yedi yıl, yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?

 

Sıkıldı, bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...

 

Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.

 

Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.

Yedi yıl, yedi koca yıl!

Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..

 

Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?

- Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu, taşıyor!

 

Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.

 

Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.

 

Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:

- Deli anam deli bu!

- Doğru bacım, deli..

- Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..

- Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?

 

Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:

- Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!

 

Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!

 

Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.

 

Canı ne yemek istiyordu, ne de su.

 

Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?

 

Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.

 

Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:

- Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?

 

Ali susuyor, boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:

- İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?

 

Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...

 

Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:

- Hayırdır inşallah, dedi.

 

Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.

 

Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.

Uykusunda düş.

Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.

 

O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:

 

- İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?

 

Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman

Gördün güzelleri ben unuttun aman

Beni evinize köle mi tuttun aman

 

Gayri dayanacak özüm kalmadı aman

Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman

 

Yarim sen gideli yedi yil oldu aman

Diktigin fidanlar meyveye döndü aman

Seninle gidenler silaci oldu aman

 

Gayri dayanacak özüm kalmadı aman

Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman

Yozgat Sürmelisi

 

 

Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı.

 

Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.

 

O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

 

Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.

 

 

 

SÜRMELİ KIZIN ÖYKÜSÜ

 

Sürmeli Yozgat'ta yaşanmış Türk Halk Edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Yozgat Sürmelilerinin ortaya çıkışı 19. yy. sonlarında İkinci Cihan Harbinin sona erdiği dönemdir. Hepsi 96 beyittir.

 

Sürmeli güzel gözlü sevgiliye bir hitaptır. Eskiden genç kızlar dışarıya çıkarken gözlerine sürme çekerlerdi ve gözleri daha alımlı olurdu. Bol feracelerinin içinde sadece gözleri görünürdü kızların.

 

Yozgat Sürmelileri yaşanmış öykülerin getirdiği birer sevda, hatta karasevda türküleridir. Bu bir anlık sürmeli gözlere bakış, yüreklerde büyük aşklara kara sevdalara başlanmış olur kor düşen yürekler sessiz sessiz yanar, ateşini genişletir ve ağızlardan sürmelinin sözleri olarak dökülür. Söylenen sözlerde acı vardır, hasret vardır, gurbet vardır. Sürmelileri dinlerken bu kadar duygulanmamızın sebebi bu sürmeli öykülerinde yakaladığımız duyguların kendimizde de bir yeri, bir acısının olmasındandır. Kısaca kendi aşklarımızı, hasretimizi buluruz Yozgat Sürmelilerinde.

 

Sürmeli Beyin en tanınmış türküsü ;

 

Of ooof !

Yozgat seni delik delik anam delerim

Kalbur olur toprağını anam elerim

Vay vay anam sürmelim

 

Eğer sürmelini yitirirsen anam

Koyun olur peşin sıra melerim

Vay vay anam sürmelim

 

Of oof ! Çamlığın ardında bir yuva yaptım

Yuvamın içinde sürü otlattım

Ben sürmelimi gurbete attım

Vay vay anam sürmelim

 

Yozgat türkülerinde hasret, sevda ve hepsinden daha çok yayla ve yayla ile ilgili konular işlenmiştir. Yozgat’ı en iyi anlatan “Türkü Yozgat Sürmelisi”dir. Sürmeli Türküsünden bir dörtlük şöyledir.

 

Dersini almış da ediyor ezber

Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler

Bu dert beni iflah etmez del eyler

Benim dert çekmeye dermanım mı var

Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

 

 

Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır.  Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.

 

Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış.

 

Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.

 

Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

 

Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur.

 

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler

Annesinin bir tanesini hor görmesinler

 

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim

Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

 

Babamın bir atı olsa binse de gelse

Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse

Kardeşlerim yolları bilse de gelse

 

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim

Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

 

 

Kaynak:

Türk Halk Müziği ve Oyunları

Sayfa 164

Cilt1 Sayı4 Yıl1 - 1982

 

Pencereden Bir Taş Geldi (Mamoş)

Elazığ'ın koca Mustafa Paşa mahallesinde oturan Bekir hoca'nın genç ve güzel bir karısı vardır. Bekir hoca Harput'ta namusuyla ve iyiliğiyle tanınan yumuşak başlı temiz bir insandır. Karısı ise gençliğin verdiği tecrübesizlikle evli olduğu halde komşularından, soylu bir aileden olan genç, yakışıklı Mamoş (Mehmet) ile ilişki kuracak kadar toydur daha. Mamoş'la Bekir hoca'nın karısı arasındaki sevgi gittikçe alevlenir. Etrafta bunu sezmeye başlamıştır. Fakat sevdalılar buna rağmen her şeyden habersizdirler. Fırsat buldukça buluşur, konuşur, sevişirler. Bekir hoca bunun neye varacağını hesaplamaktadır.

Bir gün karısına Harput'a gideceğini ve akşam dönmeyeceğini söyler. Bu fırsattan yararlanan genç kadın Mamoş'u eve davet eder, yerler içerler, eğlenirler. Bekir hoca ise Harput'a gitmemiştir. Karanlık basınca eve gelir ve sessizce kapıyı kendi anahtarıyla açar, sevdalıların bulundukları odaya gelir. İçerden onların eğlenceli çığlıklarını duyar, tabancasını çekerek odaya girer. Girer girmez tabancasını ateşler Mamoş'u kalbinden, karısını da ağzından vurarak öldürür. Bu olaydan sonra Bekir hoca zaptiyeye teslim olur. Adli bir heyetin eve gelip olayı yerinde incelemelerinden sonra duruşma 
sonunda Bekir hoca beraat eder.

İçli olan türkünün hikayesinde de böylece bir ders yatmaktadır.


MAMOŞ TÜRKÜSÜ

Pencere'den bir taş geldi,
Ben sandım ki Mamoş geldi.
Uyan Mamoş, uyan uyan,
Başımıza ne iş geldi.

Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.

Penceresi yeşil yaprak,
Mamoş giyer kara kapak.
Kör olasın Bekir hoca,
Yatağımız kara toprak.

Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.

Pencere'nin önü çardak,
Rakı içtik bardak bardak.
Körolasın Bekir hoca
Koymadın ki murat alak.

Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.

Evlerinin ardı kavak,
Yağmur yağar ufak ufak.
Kör olasın Bekir hoca,
Ağzımdaki kurşuna bak.

Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.

Dışkapıyı araladın,
Ah bahtımı karaladın.
Kör olasın Bekir hoca,
Mamoş'uda yaraladın.

Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.

Mamoş paltonu tutayımmı?
Hayrın için satayımmı?
Mezarında boş yer varmı?
Ben'de gidip yatayımmı?

Eyvah Mamoş, eyvah Mamoş
Tabib getir imdada koş.
Malatyalı Kalender


Kaynak:
Mehmet ÖZBEK


 
 
ziyaretiniz
 
page counter
 

BAYRAKLARI BAYRAK
YAPAN ÜSTÜNDEKİ
KANDIR ,
TOPRAK
EĞER
UĞRUNDA
ÖLEN
VARSA
VATANDIR
M.K. ATATÜRK...........
 
 
Google
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol