Kütahya'nın Pınarları
Bundan 100-120 yıl önce Kütahya'da bir ailenin genç yakışıklı, sözü dinlenir, temiz kalpli bir oğulları varmış. Orta halli bir ailenin de güzel, boylu poslu uzun saçlı bir kızları varmış. Kız biraz hoppa olduğu, ele, avuca sığmadığı için arkadaşları ona "deli düve" ismini vermişlerdi (düve: buzağı doğurma zamanı gelmiş yeni ineklere bazı yerlerde düve denirmiş). İşte genç yakışıklı delikanlı deli düveye aşık olmuş. O zamanlar deli düve adı dillere destandır. Genç, deli düveyi ailesinden ister, fakat kızı vermezler. Kızla genç gizli gizli buluşurlar. Bunu duyan kızın ailesi razı olur ve kızla genci evlendirirler. Fakat gençlerin saadetleri uzun sürmez, bu kızın güzelliğini duyan gören zamanın delikanlıları kendilerini reddeden kızın kocasını hem kıskanır hem de ona kin bağlarlar.
Aradan hayli zaman geçer bu genç ve güzel gelin bazı delikanlılar tarafından tehdit edilmeye başlanmıştır. Delikanlılar "kocandan ayrılacaksın yoksa seni dağa kaldırırız, kocanın da gözlerini kör ederiz" diye kıza haber salmışlar. Genç kadın önceleri aldırmaz ve kocasından saklar, onu sevdiği için bir türlü kötülük etmelerine razı olamaz ve delikanlılara şöyle haber yollar " Ne olur, kocamı rahat bırakın. Ona dokunmayın ne isterseniz yapayım" der. Bunu haber alan gençler kadını kaçırmaya karar verirler. Aracı kadına "biz istediğimizi çeşme başında söyleyeceğiz. Oraya kadar gelsin" derler. Bunu duyan gelin meraktan çatlayacak bir duruma geldiğinden çeşme başına gider. Çeşme başına giden delikanlılar tuzak kurarak kadını kaçırırlar. Kadın bu sırada çığlık atar o sırada kadının kocası olan Asalıoğlu sesi duyarak koşarak gelir. Kadının kocası ile diğer gençler arasında kanlı bir kavga olur ve Asalıoğlu ölür. Gençler kızı dağa kaldırmıştı öte yandan oğullarını kanlar içinde yattığını gören gencin ana ve babası saçlarını başını yolarlar.
Melik Şerif Düzü Türküsü
Doksan üç muhacirlerinden bir kafile Refahiye’nin (yurtbaşı) köyü yöresine geçiçi bir süre için yer değiştirmiş. Bu kafilenin, Şahin isminde, zengin iki evli bir ağası varmış. Melikşerif Köyü’nün ağası ise İsak Bey adında biriymiş. İsak Bey’in Ak Hanım ve Zeynep adında iki kızı, Şevket Bey adında bir de oğlu varmış. Şamil, İsak Bey’in küçük kızı Zeynep’e dünür olur. Üçüncü Hanım olarak Zeynep’le evlenmek ister . Zeynep’i oldukça fazla sevmektedir. Fakat , İsak Bey bu işe rıza göstermez. Zeynep de iki evli bir kişinin üçüncü hanımı olmak istemediğini belirtir. İsak Bey’in iki kızı ve hizmetkarlarının hanımları, her gün Bulgarı Çayırları Semtine, koyunları sağmaya giderler . Bunu bilen Şamil, Zeynep’in yolunu bekler, kırık atlısı ile Zeynep’i alıp, zorla kaçırır. Bu kaçırma esnasında, Otuziki örük olan Zeynep’in saçının sekiz örüğü kopar. İsak Bey’e haber gelir, elli atlıyla Şamil’in peşine düşer, fakat yetişemez . O civarda barınamayacağını anlayan Şamil, Zeynep’i alarak Bayburt’un Pavnik Köyüne yerleşir.
İsak Bey , kızının kendi isteği ile kaçtığını zannettiğinden 7 sene Zeynep ile konuşmaz . 7 sene sonra , Zeynep Hanım , bir kızı ile beraber babasının elini öpmeye gelir . İsak Bey 6 ay kızı Zeynep Hanım’ı misafir eder . 6 ay sonra , 7 katır yükü eşya ve birçok ziynet ile kızını yolcu eder . Zeynep Hanım , Bayburt’a vardıktan 1 ay sonra kolera hastalığına yakalanır . Babasına haber gelir . Kolera bulaşıcı olduğu için , İsak Bey , oğlu Şevket’i Bayburt’a göndermek istemez . Fakat , Şevket
dayanamayarak ablasını görmeye gider . Bayburt’un Pavnik Köyüne vardığında , Zeynep Hanım defnedilip , cenaze alayının geri geldiğini görür . Zeynep Hanım’ın vasiyeti üzerine , kaçırılırken kopan 8 örük saçı ve kanlı yazması , kzı ile beraber İsak Bey’e gönderilir . Ancak o zaman İsak Bey kızının zorla kaçırıldığını anlar. Bunun üzerine yöre halkı Zeynep Hanım’a aşağıdaki türküyü yakar :
Melik şerif düzünü
Çiçek almış yüzünü
Gidek gelin getirek
İsak Beyin kızını
Oy yandım yandım gelin
Aç koynun dondum gelin
Küleği alamadım
Koyunu sağamadım
Deli Şamil gelende
Çemberi çalamadım
O niye niye niye
Öldüm yar diye diye
Şamil karakuş oldu
Aldı dereye daldı
Ağlama Zeynep bacı
Çeyizin bana kaldı
..............
Şamil’in , Ardahan’a yerleştiği rivayet edilmekte ise de, Ardahan işgal altında olabileceğinden, Bayburt’a yerleşmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.
Oy yandım yandım gelin
Aç koynun dondum gelin
Görücüler düzüldü
Zeynep hanım süzüldü
Süzülme Zeynep hanım
Atlıların düzüldü
O niye niye niye
Öldüm yar diye diye
Ayşegül Göktepe (Radyo Program Yapımcısı)
Menteşeli
Halk müziği açısından büyük bir olgunluk örneği olan Menteşeli Türküsü: Kocasını oğlunu ve damadını seferberlik yıllarında Yemen'e gönderen;Fatma ananın yakmış olduğu içli bir ağıttır.
Mengene yöresinde mutlu bir hayatları vardır Menteşeli ailesinin. Bir gün gelir erler seferberlik dolayısıyla askere çağrılır. Fatma ana kocasını oğlunu ve damadını büyük bir yüreklilikle uğurlar. Kendisi kızı ve gelini ve beş altı torunuyla kalakalır.
Bunlara kendisi bakar kendisi yedirir kendisi içirir. O yıl Konya'da büyük bir kış olur ki yıllardır görülmemiş bir kış. Kurtlar şehre üşüşür. Bu zorlu kış pek çok ana baba ve çocuğu kara toprağa çekmiş. Bu dar günlerde Fatma ana büyük bir fedakarlık yapmış. Yememiş yedirmiş. Giymemiş giydirmiş. Günlerden bir günde gidenlerin dönüşünü bile göremeden de bu dünyadan ayrılıp kara toprağın bağrına gitmiş.
MENTEŞELİ
Menteşeli menteşeli
Del oldum derde düşeli
Üç gün oldu yar gideli
Tükenmez derdim yalınız,yalınız
Lorostan bir bulut ağdı
Sulu sepken karlarda yağdı
Yolcularım hanlarda kaldı
Kaldım evlerde yalınız, yalınız.
Derviş olsam giysem hırka
Kimsem yok'ki verse arka
Götürdüler şamdar şarka
Kaldım çöllerde yalınız yalınız.
Kaynak:
Mehmet ÖZBEK
Folklor ve Türkülerimiz
Ötüken Neşriyat İstanbul 1994
BİR DESTAN KAHRAMANI: MİHRALİ BEY (1844-1906)
Birkaç Söz
Mihrali Bey'in köyünden (Acıyurt-Sıvas) olmam dolayısıyla çocukluğum, hep bu yüce kişinin kahramanlıklarını dinlemekle geçti. Halkımızın, "İkinci Köroğlu", "İkinci Battal Gazi" olarak vasıflandırdığı Mihrali Bey'i inceleyip yazmak fikri de bundan kaynaklanmıştır.
1971 yılından itibaren bu konuda bilgiler toplamaya başladım. Malzemeleri toplarken gördüm ki; Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın Hatırat ve Mehmet Arif Bey'in Başımıza Gelenler'i haricindeki yazılar (Bkz. Bibliyografya 2, 5, 10, 11, 13) hep bu eserleri tekrardan ibaret. Duyduklarımın ve bildiklerimin pek çoğu yazılmamıştı. Araştırmalarımı derinleştirdim. Halen sağ olan torunları ve bu sahada derlemeleri bulunan amcam Beşir Sönmez ile irtibata geçtim. Eksik bir kısım kalmaması için on üç yıl bekledim. Saygıdeğer dostum Ali Birinci'nin de teşvikiyle nihayet yazmaya karar verdim.
Mihrali Bey'in hayatı okunduğunda bazı bölümler, okuyucularımıza mantıksız gelebilir. Şunu söyleyelim ki; bunların hepsi de hakikattir. Bu yüzdendir ki, halkımız onu yüceltmiş; bir destan kahramanı olarak görmüş; hakkında sayısız destanlar söylemiştir. Maalesef bunlardan pek azı elimizde mevcuttur. Yayımlanan ve bilinen destanların haricinde, ben de Tokatlı Âşık Püryâni'den üç destan derleyerek manzum parçalar bölümüne ilave ettim.
Mihrali'ye "Mühür Ali" de denmektedir. Bu, halkımızın yakıştırmasıdır.
Mihrali'nin hayatı, başlı başına bir film konusudur. Yazımızı, konu bulmakta güçlük çeken, hatta basit konularla Türk sinemaseverleri rahatsız eden film şirketlerinin de dikkatlerine arz ediyoruz. Dileriz, bu yazıdan haberdar olurlar....
(Sivas, 10. 4. 1984)
Yrd. Doç. Dr Doğan KAYA
MİHRALİ BEY'İN HAYAT HİKÂYESİ
Karapapak-Terekeme Türklerinden olan Mihrali, Tiflis vilâyetinin Borçalı sancağına bağlı Darvas Köyü'nde büyümüştür. Babası Memili, dedesi ise Allahverdi'dir. Asil bir aileden olan Memili, Acem kızı ile evlenir. Ondan Mehmet Ali, ikinci hanımından da Mihrali Bey, İsa Bey, Memmedalı ve Ali Bey doğmuştur. İki de kızı vardır: Huri ve Kezban.
Daha, küçük yaşlarda ata binmeye, silah kullanmaya başlayan Mihrali, kısa boylu, etine dolgun, kara yağız ve sevimli biridir. Genç yaşlardaki gözü pekliği, cesareti, mertliği ve çevikliği dillerde söylenir olmuştur.
Mihrali, on yedi yaşındayken babasını kaybeder. Ruslar, Mihrali ve kardeşlerinin uğraşmaların rağmen, Abdullah Ağa'nın Müslüman mezarlığına gömülmesine izin vermez ve Karapapakların inançlarına, adetlerine ters düşen bir usulle kendi mezarlıklarına gömerler.
Civar köylerde bulunan Karapapaklar, Çerkezler, Çeçenler, Lezgiler Darvas Köyü'ne gelip başsağlığı dilerler.
Mihrali, o gece rüyasında babasını görür. Babası hiddetlidir. "Utanmıyor musun? Beni o mezarlığa nasıl gömdürdün? Yazıklar olsun sana! Eğer benim na'şımı bu kafirlerin içinde korsan, hakkım haram olsun." der.
Rüyanın etkisiyle aniden uyanan Mihrali, yatağından fırlar. Babasının hayali gözünün önünden hiç gitmez. Kılıcını beline bağlar, hançerlerini kuşağının arasına sokar, yanına kazma kürek alır, dışarı çıkar. Vakit gece yarası olduğu için köy halkı derin uykudadır. Mihrali, doğruca mezarlığa gider.
Kısa boylu olmakla beraber, çevikliği sayesinde bir hamlede yüksek duvardan atlar. Nöbetçilere görünmeden babasının mezarına gelir. Mezarı kazar ve babasını çıkarır. Bir an önce oradan uzaklaşmak düşüncesiyle babasını omuzlar, koşar adımlarla mezarlıktan ayrılır. "Dur! Eller yukarı!" sözüyle hareketsiz kalır. Nöbetçiler, na'şı yere bırakmasını söyler. Mihrali bırakır ama, bırakmasıyla beraber, onların üzerine sıçrar. Dövüşmedeki mahareti sayesinde, nöbetçileri öldürür.
Mihrali, babasını tekrar omuzlayıp Müslüman mezarlığına getirir, defneder. Sabaha doğru evine gelir. Olup biteni ağabeyi İsa'ya ve annesine anlatır. Kaçıp dağa çıkmaya karar verir.
Mihrali, Keçeli Köyü'ne gider. Orada baba dostu Ahmet Ağa'nın evine misafir olur. Yaptıklarını Ahmet Ağa'ya ve karısına anlatır. Bu arada gönül verdiği Bahar'ı da orada görür.
Mihrali'nin yaptığı işi ertesi gün herkes duyar. Tiflis Valisi'nin emri üzerine köyü ararlar. O'nun Keçeli'ye gittiğini öğrenirler. Keçeli'de Ahmet Ağa'nın evini kuşatırlar. Mihrali, içeride atına biner; mahmuz vurmasıyla şaha kaldırır. İkinci mahmuzla yel gibi ahırdan çıkar. Kapı önündeki iki askeri tepeleyip ve kendini atın karnına saklayıp süratle oradan uzaklaşır. (Mihrali, atıcılıkta olduğu kadar, binicilikte de çok ustadır. At, son sürat koşarken karnından dolaştığı, atın sırtında ayakta durduğu yahut amuda kalktığı, bu haldeyken istediği hedefi vurduğu söylenir.)
Mihrali, gece yarısından sonra evlerine gelir. Annesiyle gizlice konuşup ona veda eder; Darvas'tan uzaklaşır. O geceyi dağda geçirir. Ertesi gün, bir çobana rastlar; yanında karnını doyurur. Emin yer olarak düşündüğü İran'a geçer.
Tiflis valisi, Mihrali'yi ellerinden kaçırdıklarını öğrenince, ileri gelenleri toplar, onlara hakaret eder. kumandanlar, askerleriyle etrafa yayılır, uğradıkları köylerde, Türklere zulmeder. Bu sırada Tavşankuloğlu Hüseyin'le Dalaverli Mansur da dağlarda eşkıyalık yapmaktadırlar. Bütün bunlar Çar II. Aleksandr (1855-1881)'ın kulağına gitmiştir. Türk eşkıyalarının yakalanması için emir verir. Bunun üzerine aramalara hız verilir.
İzini kaybettirmiş bulunan Mihrali'nin nerede olduğunu, Keçeli Köyü'nden Hacı Veli, Ruslara ihbar eder. Vali de bunu bir mektupla Çar'a bildirir. Mihrali'nin İran'da olduğunu haber alan Çar, Şah'a bir nâme yazarak Mihrali'nin yakalanıp gönderilmesini ister.
İran zaptiyeleri, Mihrali'nin bir handa kaldığını öğrenir ve oraya gider. Durmadan şüphelenen Mihrali, üst kattan askerlerden birinin atına atlayarak oradan uzaklaşır. Tekrar, Rusya topraklarına geçer. Evlerine gider, annesi ve kardeşleriyle görüşür. Ağabeyi İsa, Mihrali'ye, kendilerine baskı yaptıklarını, yalnız başına bir şey yapamayacağını, Dalaverli Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'le birlikte olmasının lâzım geldiğini söyler. (Dalaverli Mansur, çobanına kızıp onu bıçağı ile öldürmesi üzerine; Tavşankuloğlu Hüseyin de zengin bir Türk'ü yaralayıp Ruslara teslim olmamasından dolayı dağa çıkmıştır. Fakir olan Hüseyin, gençliğinde aç kaldığı vakitler, mal yayan çocukların ekmeklerini alıp; "Siz tavşan kulağı yapayım." diyerek, sağından solundan yiyip karnını doyururmuş. Hüseyin'e bu yüzden Tavşankuloğlu lakabı verilmiştir.)
Mihrali, ertesi gün bir çobanla Mansur'a ve Hüseyin'e haber gönderir. Bilahare onlarla buluşur. Birlikte gezmeye başlarlar. Bir Rus öldüren Keleninoğlu Hüseyin de bunlara katılır. Rusların Türklere yaptıkları zulüm karşısında, Mihrali ve arkadaşları da Rus köylerine dehşet saçarlar. Dördünün şöhreti de günden güne yayılır.
Her gün valiye şikâyetler yağmaya başlar. Durumdan haberdar olan Çar II. Aleksandr, devlet erkânı ile toplantı yapar. Sonuçta, suçları az olan Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'in suçlarını bağışlarlar. Mihrali'yi yakalayanı, rütbe ve para ile taltif edeceklerini halka bildirirler.
Haberi alan Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin gizlice anlaşır; Vali'ye giderek teslim olurlar. Teslim olmakla kalmaz, Darvas'a gidip Mihrali'nin ailesine eza-cefa yaparlar. Hatta Mansur, Mihrali'nin ağabeyi Mehmet Ali'yi öldürür. (Bir söylentiye göre de karısını dağa kaldırır.) Bu duyan Mihrali de Mansur'un karısını dağa kaldırıp kurduğu çadıra hapseder. Kardeşi Ali'yi de nöbetçi koyar.
Durumu öğrenen Mansur, Mihrali ile teke tek karşılaşmaya cesaret edemez. Tiflis Valisi'nin yanına çıkıp ondan yardım ister. Vali, Mansur'un emrine beş yüz atlı verir. Aynı zamanda, T. Hüseyin de Mansur'un kuvvetine yakın bir kuvvet tedarik eder.
Dalaverli Mansur, etraftaki Türk köylerini Mihrali'nin aleyhine kışkırtır. Ailesinin dağa kaldırıldığını da hatırlatarak, başına gelenlerin, ileride kendilerine de yapılabileceğini söyler. Bütün bu gayret sonunda işe yarar. Mihrali'nin baba dostu Garip Ağa, Maraşlı Köyü'nden yedi kardeşin en büyüğü Musa Çavuş da Çerkezlerden çok sayıda gönüllü toplayarak her koldan Mihrali'yi aramaya başlarlar.
Mihrali, aradan bir ay geçtikten sonra, Mansur'un karısını evine bırakır. Bu müddet içinde ona hiç dokunmamıştır. Arkadaşlarını toplar, bir müddet dağılmalarını söyler. Kendisinin de Osmanlı topraklarına geçeceğini belirtir. Keleninoğlu Hüseyin'in ısrarları karşısında, kendisiyle beraber gelmesini kabul eder.
Keleninoğlu Hüseyin'in, babasıyla vedalaşmak için köyüne gider. Hüseyin'in köye geldiğini gören bir Türk, Ruslara yaranmak gayesiyle, köydeki Rus askerlerine O'nu ihbar eder. askerler babasını çağırıp Hüseyin'in teslim olması için O'nu ikna etmesini isterler. Aksi takdirde evi ateşe vereceklerini söylerler. Hüseyin, teslim olmaz. Evin üstündeki otluğu ateşe verirler. Hüseyin boğulacak hale gelir. Babası; "Teslim ol!" diye üstüne üstüne gelirken, onu bacağından hafifçe yaralar. Aksi takdirde, onlar babasını öldüreceklerdir. Derhal dışarı çıkar ve iki Rus askerini öldürür. Fakat, başına yediği kurşunla cansız yere düşer.
Keleninoğlu Hüseyin gibi bir yiğitin ölümü, Mihrali'ye çok dokunur. Hayatı boyunca, Onun mertliğinden sitayişle bahsetmiştir. "Hüseyin, üç-beş yüz atlıma bedeldi." demiştir. Daha fazla Rusya'da kalamayacağını anlayan Mihrali, Osmanlı topraklarına girer, Çıldır'a gelir.
Mihrali'nin Osmanlı toprağında olduğunu öğrenen Çar, yakalanıp iade edilmesi için Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz (1861-1876)'e nâme yazar. O sırada sadarette Mahmut Nedim Paşa vardır. padişah durumu sadrazamla görüşür; Mihrali'nin yakalanması için Erzurum valisine haber gönderir.
Birkaç defa sıkıştırılan Mihrali, hepsinden kurtulmayı başarır. Bu arada iki Türk askerini öldürür. Her yerde arandığından tekrar Rusya topraklarına geçer.
Mihrali'nin Rusya'da olduğunu öğrenen Mansur, Tavşankuloğlu Hüseyin, Garip Ağa ve Musa Çavuş dört bir taraftan takibe koyulurlar. Her birinin emrinde 400-500 kişilik atlı vardır.
Bu gruplardan Mihrali'ye ilk rastlayan Musa Çavuş olur. Mihrali, atı otlamakta, kendisi de dinlenmekte iken gayrı ihtiyari geriye bakar. Musa Çavuş'un kendisine doğru geldiğini görünce atına atlar ve kaçar. Fakat, Musa Çavuş yetişir. Mihrali, peşini bırakması için O'na yalvarır; aksi halde öldürmek mecburiyetinde kalacağını söyler. Musa Çavuş, ısrarla üstüne üstüne gider. Bunun üzerine aniden dönen Mihrali, Musa Çavuş'u kılıcıyla yaralar, oradan uzaklaşır. Atlıların bir kısmı Musa Çavuş'un yanında kalır, diğerleri Mihrali'yi kovalar. Mihrali, atına son hızı vererek uçuruma doğru sürer. Bir hamlede karşıya geçer. Arkasından gelenlerin bazıları, hızını alamayıp uçuruma yuvarlanır. Bunu gören diğer atlılar durur. Mihrali: "Benim sizlerle işim yok. Peşimi bırakın. Dilerim Musa Çavuş'a bir şey olmamıştır." der ve oradan uzaklaşır.
Atlılar, Musa Çavuş'u Maraşlı Köyü'ne babasının yanına getirirler. Fakat yolda çok kan kaybettiği için bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz ve ölür.
Mihrali, arada sırada köyüne uğrar, yakınlarıyla görüşür. Aynı zamanda Musa Çavuş'un ölümü üzerine aramalara daha da hız verilir. Garip Ağa, Mihrali'yi bir yerde kıstırır. Düzlükte bir kovalamaca başlar. Bir an gelir ki, ikisinin de atları yan yana koşmaya başlar. Garip Ağa Mihrali'nin teslim olmasını isterse de ikna edemez. Kılıcıyla hamle eder. Mihrali hepsini savuşturur. Ekmeğini yediği bu baba dostuna, el kaldırmak istemez. Fakat onun kendisini öldürmek istemesi üzerine kılıcını çeker, kuvvetli bir hamle ile öyle bir savurur ki, Garip Ağa'nın sol bacağını dizinden koparır. Atlılar, takip etmek isterlerse de Garip Ağa müsaade etmez. Atlılar, onu alıp köyüne getirirler. (Bir söylentiye göre de Mihrali bu sırada Garip Ağa'yı öldürmüştür.)
Mihrali, gizlice annesiyle görüşür. Ona, Bahar'ı kaçıracağını söyler. Annesi vazgeçirmeye çalışırsa da başaramaz. Keçeli Köyü'ne gider ve Bahar'ı kaçırır. Artık, yanında bir de kadın olduğu için işleri de zorlaşır. Bu yüzden, Bahar'ı, bazı kereler güvendiği kimselerin yanına bırakır.
Bir ara, takipçilerden Tavşankuloğlu Hüseyin, Mihrali'nin yerini öğrenir, derhal oraya gider. Mihrali yanında Bahar olduğu için pek kaçamaz. Tavşankuloğlu Hüseyin, arkalarından yetişir. Kılıcını vuracağı sırada bunu gören Bahar, korunmak için sağ kolunu kaldırır. Tavşankuloğlu Hüseyin, kılıcını indirir, Bahar'ın sağ elinden üç parmağını keser, Mihrali'yi de başından yaralar. Mihrali can acısıyla geri döner. Tüfeğini ateşlemek isterse de, tüfek ateş almaz. Atını mahmuzlar, Hüseyin'e yetişir. Kılıcını sallar, ama vuramaz. Kılıç atın kuyruğunu keser. Hüseyin'in kaçtığını gören adamları da irkilir ve geri döner.
Mihrali, bir dere kenarına gider. Bahar, Mihrali'nin kanlarını temizler. Tülbendini çıkarıp başını sarar. Yara derin olduğu halde, Mihrali aldırış etmez. Atına biner, Bahar'ı emin bir yere bırakır; oradan ayrılır.
Mihrali, Osmanlı topraklarına geçer. Bir ihbar üzerine yaralı olduğu halde yakalanır. Gözlerini açtığında, kendini elleri ve kolları zincire bağlanmış olarak, Kars hapishanesinde bulur. Burada başkaları da vardır; fakat, sadece kendisi bağlıdır.
Mihrali'nin kendine geldiğini görence, Âşık Ahmet adındaki bir Türk, Yanına yaklaşır, Mihrali'yi konuşturur. onun meşhur Mihrali olduğunu öğrenince şaşırır. Mihrali, Aşık Ahmet'ten hapishane hakkında bilgiler alır. Birlikte kaçmaya karar verirler.
Aşık Ahmet, ziyarete gelen karısına her gelişinde bir şey getirmesini söyler. O da, ekmeğin içine eye, vücuduna çekiç ve benzeri eşyalar saklayıp peyderpey kocasına getirip verir.
Yarası cerahat bağlamış ve çok bitkin bir durumda olan Mihrali, hapishane arkadaşlarının, en zayıf bir yerden tünel açmalarını ister. Mahkumlar, geceleri sesiz ve gizlice söylendiği şekilde çalışırlar. Tünelin ağzı, maalesef nöbetçilerin bulunduğu yere denk gelir. Mihrali, son taşı çıkarmamalarını, belki bir gün lâzım olacağını söyler.
Bu arada, Mihrali'yi -yaralı olduğundan- sırtta mahkemeye götürürler. Mahkemede idamına karar verirler. Kararla ilgili evrak, önce Erzurum'daki Temyiz Divanı'na, sonra İstanbul Temyiz Mahkemesi'ne tasdike gönderilir; padişahın imzasına sunulur.
Mihrali ise zindana döndüğünde, durumdan arkadaşlarını haberdar eder. kaçacağını, isteyenin de kendisi ile birlikte gelebileceğini söyler. Bir gece yarısı Âşık Ahmet'le birlikte mahkumları ayaklandırır. Kan gövdeyi götürürken, Mihrali, bu arada kendisini duvara bağlayan zincirleri keser. Âşık Ahmet'le önceden kazılmış tünele girer. Son taşı kaldırırlar. Mihrali, daracık delikten güçlükle çıkarken, nöbetçi görür. Mihrali'nin kaçmasına fırsat vermeden, süngüsünü bacağına saplar. Mihrali, süngüyü kavrar. Nöbetçi tüfeği çektiğinde, süngü Mihrali'nin bacağında kalır. Mihrali, ani bir hareketle süngüyü çıkarır ve gayet ustalıkla fırlatır. Süngü, nöbetçinin gırtlağından girer; nöbetçi yere cansız düşer. Âşık Ahmet, korkusundan tünelden çıkamaz ve zindana döner.
Mihrali sürüne sürüne zindanın karşısındaki tavlaya girer. Tavlada, atlar için hazırlanmış otluğun içine kendini bırakır. Orada iki gece üç gündüz kalır.
Zindandaki ayaklanma önlendikten sonra, mahkumlar sayılır; Mihrali'nin olmadığı görülür. Hemen, dört bir yana atlılar çıkarılır. Bütün aramalara rağmen, atlılar elleri boş dönerler.
Mihrali, üçüncü gece biraz kendine gelir. Ayakları hala zincirle bağlı olduğu için onları eye ile kesmek ister; zincirin kalınlığı, eyenin küçüklüğü dolayısıyla kesemez. Bu halde, ata binemeyeceği için başka çareler arar. Sonunda topuğunu kesip demir bilezikleri çıkarmaya karar verir. Topuğunu kesmesiyle müthiş bir acı duyar, fakat buna katlanır. Gömleğinden bir parça yırtar, topuğuna sarar. Başından, dizinden ve topuğundan yaralı olan Mihrali, bu yönüyle azim, sabır ve cesaret timsali gibidir. Ellerindeki bilezikleri ise kesmez. Zira, kafi miktarda yarası vardır. biraz otla sarındıktan sonra, bir delikten kendisini aşağıya bırakır. Otların üzerine düştüğünden ses çıkmaz ve canı fazla acımaz. İçeride, sıra sıra atların olduğunu görür. Gözüne iyi bir at kestirir. Sonra başka bir atın sırtından ter keçesini çıkarır, bineceği atın ayaklarına bağlar. Zira, zemin taş olduğu için ses çıkarabileceğini düşünür. Havanın sıcaklığı dolayısıyla çift kapının açık olmasından da istifade ederek, atına atlar ve son sürat oradan uzaklaşır. Gece yarısı Maraşlı'ya gelir.
Mihrali, Maraşlı'da ilk rastladığı evin kapısını vurur. Bu ev, daha önce öldürdüğü Musa Çavuş'un babasının evidir. Mihrali'yi içeri alıp yatırırlar. Mihrali olup bitenleri anlatır. Adam Mihrali'ye ses çıkarmaz. Üstelik su ısıttırır ve bir tekne içinde onu yıkar, yaralarını temizler, merhem çalar. Süt içirttikten sonra, istirahatını temin eder. çocuklarını başına toplar. Evlerinde Mihrali'nin olduğunu, böyle mert birisine ölen kardeşlerinden dolayı kalleşlik etmemelerini söyleyerek onları ikna eder. bu arada Mihrali'nin tavladan çaldığı at damgalı olduğu için çocuklarına bu atı çok uzaklara bırakıp dönmelerini söyler. Sabahleyin altı oğlu ile beraber Mihrali'nin yanına gider; kendilerini tanıtır. Mihrali irkilir. Adam; "Biz seni Musa Çavuş'un yerine koyduk. Sen de bundan böyle bizim oğlumuz sayılırsın." der. Mihrali'ye bir ay bakarlar. Gideceği zaman, iyi bir at ile Musa Çavuş'un kılıcını verirler. Adam, altı oğlunu Mihrali'nin yanına katar ve uğurlar.
Bu sırada 93 Harbi (1877-1878) patlak verir. Osmanlılar hem kuzeybatıda hem de doğuda Ruslarla savaşır. Doğuda Rus ordusunun başında Loris Melikof, Osmanlı ordusunun başında da Ahmet Muhtar Paşa vardır.
Mihrali, atlılarını yanına alır, 120 kişilik çetesiyle Ruslara yapmadıklarını bırakmaz. Ruslar, bu belâlı Karapapak ile baş edemeyeceklerini anlayınca, "Orduya hizmet" şartıyla bağışlar. Mihrali ise, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya gizlice haber göndererek affedilirse, Osmanlılar safında mücadele vereceğini bildirir. Mihrali'nun bu teklifi kabul edilir.
Beri taraftan, Dalaverli Mansur (muhtemelen albay) ve Tavşankuloğlu Hüseyin (muhtemelen binbaşı) üst rütbelerdedirler. Maalesef Karapapak olmalarına rağmen Osmanlılara karşı savaşırlar*.
Mihrali, kuvvetleriyle Çıldır'a gelir. Yanına kardeşi Ali Bey'i de almıştır. Kendisine binbaşılık, Ali'ye de mülazımlık rütbesi verilir.
Bir gün, T. Hüseyin'den bir mektup alır. Hüseyin, Mansur'la arasının açıldığını, isterse emrine girebileceğini yazmaktadır. Mihrali, kabul eder. böylece, T. Hüseyin de Osmanlı'ya iltica eder. O'na da binbaşılık rütbesi verilir.
93 Harbi'nin temmuz-ağustos aylarında, muharebe iyice kızışır. Mihrali, Kars'ın Göle cihetinde, kendinden en az on misli fazla bir kuvvetle karşılaşır. Mihrali, tüfek ve kılıçla taarruz emrini verir. Saldırı anında, Mihrali'nin atı, göğsünden bir kurşun alır, yere kapaklanır. Mihrali, üç-dört metre ileriye düşerken perende atıp iki ayağı üstüne kalkar. Aynı anda tüfeğini ateşleyerek atını vuran askeri, alnından vurur. Kendisine yaklaşan bir askeri de kılıcıyla bertaraf ettikten sonra onun atına atlar, düşman saflarına dalar. Askerler bir müddet sonra kaçmaya başlar. Çemberi yaran Mihrali, önüne çıkan düşmanı tepeleyip on dört bakkaliye arabasını alır ve Kars Kalesi'ne döner. Kaleyi dıştan kuşatan askerlerin de çemberini yararak kaleye girer. Haftalardır, aç, susuz kalan askerler, gelen malzemeleri görünce bayram eder.
Haberi alan Anadolu Harp Ordusu Başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa; Mihrali'yi tebrik ve taltif eder. Fakat bu kuru erzak, askere kafi gelmez. Aylardır ete hasret olduklarından hepsi de bitkin düşmüştür. Hatta bu yüzden, Ahmet Muhtar Paşa, geri çekilme kararındadır. Bunu duyan Mihrali, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanına gider, kararından vazgeçmesini söyler.
Güvendiği adamları yanına alarak, düşman sınırından içeri dalar. Haradan, yüz elli kadar kadana at ile ahırlardan binin üstünde koyun çıkarıp çemberi yararak Ahmet Muhtar Paşa'ya getirir. Paşa'nın sevinçten gözleri yaşarır. Sonuçta, Kars, muhasaradan kurtulur.
Ahmet Muhtar Paşa, bunun üzerine Mihrali'yi çekilen Rus ordusunun üstüne gönderir. Mihrali, Göle Nahiyesi'nin Demirkapı Köyü'nde bir alay düşman süvarisini kaçırır. Karşısına başka bir alay çıkar. Zekası sayesinde bunları da alt eder: Kendisi güya kaçıyormuş gibi yapar. On misli düşman da kovalamaya başlar. Pusudaki seksen askeri, bunlara ateş ederek iki bölüğü dağıtır. Mihrali de aniden dönerek bunlara destek olur. Planın ustalığı sayesinde iki şehit, dört yaralıya karşı yüzden fazla cesedi ile düşmanı bozguna uğratır.
Paşa'nın sonsuz güvenini kazanan Mihrali, bu sefer Gümrü-Tiflis yolu üzerinde Ağbulak ve Parmaksızköprü'deki askeri mevkilere ait telgraf tellerini kesmeye memur edilir. Mihrali, 130 kadar süvarisiyle sekiz gün boyunca erzak kollarını vurur, telgraf tellerini keser, müfrezeleri tepeler, düşmanı çaresiz ve kımıldamaz bir hale getirir. Düşmanın yetmişe yakın can kaybının yanında, kendisi dört şehit ve sekiz yaralı ile döner.
Ahmet Muhtar Paşa'nın Mihrali'nin bu kahramanlıklarını payitahta bildirmesi sonucu, Mihrali'ye II. Abdülhamit (1876-1909) tarafından ilk Mecidiye Nişanı verilir.
Mihrali, daha sonra Paşa'dan izin alarak, Rus sınırından içeri girer. Köyü Darvas'a gelir. Akrabasını ve diğer Karapapakları toplayarak Osmanlı'ya göç eder. Kafilede kardeşi İsa Bey, karısı Bahar, kardeşi Mehmet Ali'nin oğlu Rüstem, kundaktaki oğlu Rüştü de vardır. Mihrali; "Belki ses çıkarır." diye oğlu Rüştü'yü, bir çalının dibine bırakır. Bahar Hanım, ağlar. Görümcesi Huri Hanım, kara ve soğuğa aldırış etmeyerek hemen atını geri çevirir, çalının dibinden Rüştü'yü alır, kafile sınırı geçmekte iken onlara yetişir.
Mihrali, daha sonra Erzurum Müdafaası'nda yer alır. Aziziye baskınından sonra, düşman, dört alayla Erzurum'u batıdan çevirmek ister. Muhtar Paşa, bunların üstüne üç-dört yüz süvari gönderir. Mihrali, bu cenkte ağır yara alır. 12 Kanunuevvel 1877'de (12 Aralık 1877) A. Muhtar Paşa İstanbul'a çağırılır. O'nun gitmesi üzerine Mihrali de artık orada kalamaz. A. Muhtar Paşa, Mihrali'ye bir kızak hazırlattırır. Kendisi İstanbul yolunu tutarken Mihrali de kafilesiyle Sivas'a doğru yol alır.
Mihrali, Sıvas'ta Ulaş Bucağı'na bağlı bugünkü Acıyurt Köyü toprağına gelir. Karapapaklar da çevrede kendilerine yer bulurlar. Mihrali Bey, bugünkü Konak (Acıyurt'un mezrası)'ta mesken tutar. Acıyurt, halk ağzında; "Büyük Köy, Papaklı Köyü, Mihrali Bey'in Köyü" gibi adlarla anılır. Tavşankuloğlu Hüseyin, Kuşkayası Köyü'ne yerleşir. Bugün Kangal, Uzunyayla civarında 30-40 pare Karapapak köyü vardır. Buralara yerleşmekte, devlet onlara herhangi bir güçlük çıkartmamıştır. Zira, II. Abdülhamit, Mihrali ve ahfadının dilediği yerde yerleşmesini serbest bırakmıştır. Mihrali, Sıvas'ta 40. Hamidiye Süvari Alayı'nı kurar.
Göçten on iki yıl sonra (1899) Kurt İsmail Paşa*, Mihrali Bey'in yanına geldi. Bağdat'ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlılar aleyhine kışkırttığını söyler. Mihrali Bey, bunun üzerine atlılarını toplar, Kurt İsmail Paşa ile Bağdat'a gider. Bağdat Valisi Mehmet Fazıl Paşa (?), bunlara izzet ikramda bulunur. Mihrali, eşkıyaya teslim olması için haber gönderir. O da bir şey yapmayacaklarına dair şeref sözü alarak teslim olur. Mihrali Sultan Abdülhamit'e eşkıyanın teslim olduğunu ve bağışlanmasını bildirir ve bağışlanır. Bağdat'ta vali ve eşkıya, Mihrali'ye iyi cins Arap atları hediye ederler. Mihrali, Kurt İsmail Paşa ile geri döner.
Bu olaydan sonra Mihrali'nin ünü daha da yayılır.
Bir gün, beyler ve ağalar Kangal'da sohbet ederken, Kangal Kaymakamı içeri girer. Herkes ayağa kalkar, Mihrali kalkmaz. Kaymakam, hiddetlenir. Mihrali de gazaba gelip, kaymakamı döver. "Sen kim oluyorsun da bana ayağa kalk diyorsun? Seni kalaycı çırağı seni!..." der . Kaymakam bu olayı vali Reşit Paşa'ya anlatır. "Seni kalaycı, beni de çırağın yaptı." der. Buna fazlasıyla içerleyen vali, durumu Sultan Abdülhamit'e bildirir. Sultan da; "Bir adamı bana çok mu gördünüz? O, benim yularsız aslanımdır." diye haber gönderir.
Mihrali ile Vali'nin arasının açılmasına, başka bir olay daha sebep olmuştur: Bir at yarışında, Mihrali'nin Karakütük adlı atı da vardır.* Yalnız bu atın bir özelliği vardır; silah atılmadan, silah sesi duymadan iyi koşamaz. Vali, bunu bildiği için silah atılmasını istemez. İki taraf da anlaşır. Yarış başlar. Karakütük hep geride kalır. Kuşkayası Köyü'nden Karapapak Çopur Ali, buna tahammül edemez. "Mihrali'nin atı olsun da geride kalsın bu ne demektir?" diyerek silahını ateşler. Sonuçta Karakütük birinci olur. Vali, bunu Mihrali'nin planı olarak telakki eder.
Bu sıralarda, Yemen İsyanı baş gösterir. Bilhassa İngilizlerin teşvikiyle Osmanlılara sık sık isyan bayrağı açan Araplar, gün geçtikçe işi azıtırlar. Mihrali'yi çekemeyen Vali Reşit Paşa; "Bu isyanı bastırsa bastırsa, Mihrali bastırır." diye Abdülhamit'e haber gönderir. Niyeti, Mihrali belasından (!) kurtulmaktır. Padişahtan gelen haber; "Dilerse gider, dilerse gitmez. Ben, O'nu her şeyde serbest bıraktım." şeklindedir. Durum Mihrali'ye bildirildiğinde; "Gitmem." demeyi yiğitliğine yediremeyip atlısını toplayarak yola çıkar. Adana'da büyük bir kalabalık Mihrali'yi karşılar. "Oralar sıcaktır, sıcağına dayanamazsınız." diye vazgeçirmeye çalışırlar. Mihrali, geri dönmeyi gururuna yediremez. Yola çıkar ve bir zaman sonra Yemen'e varır. Yanındaki kardeşi bu sırada yüzbaşıdır.
Kimsenin baş edemediği ve bir zamanlar eşkıya iken sonradan büyük bir vatansever olup vatanına hizmetler yapan bu destan kahramanı Mihrali, Yemen'in sıcağına dayanamaz, hastalanır ve orada ölür (1906). Atlılarından çoğu da telef olur. Ancak, üç-beş kişi geriye döner. Bunlardan bazıları Acıyurt Köyü'nden Yüzbaşı Ahmet, Yetim İsmail, Mahmut Çavuş; Kurdoğlu Köyü'nden Gökçe Çavuş, Kuşkayası Köyü'nden T. Hüseyin'dir. Mihrali'nin kardeşi Ali Bey ise Yemen dönüşü gemide öldürülmüştür. Bir söylentiye göre, Sıvas'taki Karapapakların lideri olmak için Ali Bey'i, Tavşankuloğlu Hüseyin öldürmüştür. Mihrali Bey'in oğlu Rüştü Bey ise 1932'de vefat etmiştir.
II - MİHRALİ BEY HAKKINDA MANZUM PARÇALAR
-1-
Âşık Sadık'ın Mihrali Bey Destanı
Ey ağalar beyler bizim ellerde
Koçaklıktan yana birdi Mihrali
Cahallık eyleyip dağlarda gezdi
Epey zaman kaçak durdu Mihrali
İbtidâ gözünden düştü devletin
Sonra göze girip buldu rağbetin
Cihana tanıttı şânın şevketin
Bir eşsiz nâmıdâr erdi Mihrali
Kan kavga kopanda Kars'ın başına
Doksan üç'te baktı yurdun işine
Dört-beş yüz atlıyı yığdı peşine
Moskof'un cengine girdi Mihrali
Muhtar Paşa kıydı ona nişânı
Başladı dökmeğe hûn-ı düşmanı
Şânı tuttu bütün Kafkasistan'ı
Koçaklarda dizdi ordu Mihrali
Ordu-yı İslam'a rehnümûn oldu
Tanrı aslanı çok şâd memnun oldu
Düşman güzergâhı her pür nun oldu
Leşlerini yere serdi Mihrali
Kemender Kazağı hep bizâr etti
Rahat yatırmadı can bizar etti
Loris de elinden el-hazer etti
Gece karargâhlar yardı Mihrali
Moskof ordusuna çok dehşet saldı
Hareketlerini keşfedip bildi
Osmanlı askeri tedarik aldı
Düşmana tuzağı kurdu Mihrali
Adını duyanda Rus'un Saldad'ı
Koparırdı "Mama" deyip feryadı
Moskof'a havf saldı merdâne adı
Gözlerin kurdunu kırdı Mihrali
Rus'u Şüregel'de pişman eyledi
Yollarını kesip hüsran eyledi
Taburların hâkle yeksan eyledi
En dilâverlerin yordu Mihrali
Mel'un Hacı Veli gör ne iş tuttu
Beş kapige dinin nâmusun sattı
Kars'ın teslimine çok gayret etti
O'nu sağ Paşa'ya verdi Mihrali
Huda'nın mukadder günü gelende
Bu hâl ile mahşer günü gelende
Düşmanların zafer günü gelende
Ciğerine dağlar vurdu Mihrali
Ağlaya ağlaya yurdu terketti
Atlıların çekip Sivas'a gitti
Nice ehl-i maraz şifâya yetti
Onlara bir tâ'un çordu Mihrali
Alnına yazılmış kara yazılar
Murada yetmedi ağlar sızılar
Haberi getirdi bazı bazılar
Kars'ı her gidenden sordu Mihrali
Akıbet O'na da bu fâni cihan
Yâr olmadı göçtü kalmadı mihman
Cennet-i Al'â'da tuttu bir mekan
Gaziler yanına vardı Mihrali
Gani Rahmân rahmet eyleye ana
Azim hizmeti var dine vatana
Ahvadımız dâim adını ana
Severdi gönülden yurdu Mihrali
SADIK'ın feleğe meydanı kaldı
Kıydı o yiğide nâm şânı kaldı
İkinci Köroğlu destanı kaldı
Söylenir dillerde merdi Mihrali
Âşık SADIK
-2-
Mihrali Bey Destanı*
Osmanlı da ona yağılık etti
Yaralı aslanı kal'aya attı
Kıymetin bilmedi kötülük etti
Kars'ın kal'asını yardı Mihrali
Muhtar Paşa divanına sesledi
Nişan verdi şân şerefin süsledi
Ganimetle orduları besledi
Şikârın yanına kaldı Mihrali
Berat aldı Padişah'ın elinden
Gece aştı Kabaktepe belinden
Gümrü Tiflis kan ağladı elinden
Gürcistan'a talan saldı Mihrali
Tülü Musa çok hıyanet eyledi
Kâmil gizli sırlarımız söyledi
Mansur Latif Karapapak beyleri
Osmanlı'ya arka daldı Mihrali
Sürü sürü koyunları geçirdi
Yılkı çekip atlarını aşırdı
Kafkasya'dan beri sürdü getirdi
Urusya'dan çok bac aldı Mihrali
-3-
Mihrali Bey Atlıları Türküsü**
Ehli İslam olan eşissin bilsin
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
İsterse Uruset ne var ki gelsin
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
Kurşanıng kılıncı geyhiniñ donu
Kavga bulutdarı sardı her yanı
Doğdu koç iğiding şan almakh günü
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
Esger olan bölüyh bölüner
Kars Kalası sandız mı ki alınar
Boz atdar üstünde kılınç çalınar
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
Kavga günü namert sapa yer arar
Er olan göğsünü tüşmana gerer
Cem-i ervah biznen meydana girer
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
Hele Al-Osman'ın görmüyüf zorun
Din gıyratı olan tederiyh görüñ
At tepiñ baş kesiñ Kazağ'ın kırıñ
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
Men-Esfer'di(r) biling Urusuñ esli
Orman yabanısı balıhçı nesli
Hınzır sürüsüne dalıf kurt misli
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
ŞENNİYH ne durursun atdarı miniñ
Sıyra kılınç tüşman üstüne dönüñ
Artajakhdı(r) şanı bu Al-Osman'ıñ
Can sağ iken yurt vermeniyh tüşmana
Âşık ŞENLİK
-4-
93 Kars Kavgaları Türküsü*
Gümrü'den yörüdü şapkalı Kazak
Kars içinde eser bir acı sazak
Kaptan Paşa diyer: Devranı bozak
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Yaktı gülşen yurdu zâlim saldadı
Loris de zulmedip verdi berbadı
Ardahan kan ağlar gözler imdadı
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Mirali Paşa da çok mertlik etti
Mansur'un evini yıktı dağıttı
Hacı Veli'nin de toyunu tuttu
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Muhtar Paşa aldı Gazi şanını
Çevirdi Moskoflar çevre yanını
Yahnılar koparttı Nuh tufanını
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
-5-
Mihrali Bey**
-Uzunhava-
Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama
Köz koyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eğleme
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e
Kurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Oğul dert benim değil mi vallah kime ne
Ben gidiyom Rüştü Bey'im sana bir nişan
Susuzluktan alayları perişan
Hiç iflah olur mu Yemen'e düşen
Bağlantı
Mihrali'yi sorarsan ezelden yaslı
Çifte al kılıcın uçları paslı
Ta ezel ezelden yaslıyım yaslı
Bağlantı
Mihrali'yi sokaklarda tuttular
Ağamı da bir kurşuna sattılar
Mihrali'yi Yemen'e de attılar
Bağlantı
Mihrali Bey Hamidiye alayı
Düşmanlar çıkardı türlü belayı
Nedir Ali Bey'im bunun kolayı
Bağlantı
Devlete bağlıdır şu senin başın
Cihanda aransa bulunmaz eşin
Elliyle altmışa yakındır yaşın
Bağlantı
Kum tepesi oldu görünmez otlar
Açlıktan ölüyor küheylan atlar
Kardaş şehit düştü nice yiğitler
Bağlantı
Arap atlar geldi bağlanmak ister
Kömüşlerin geldi yağlanmak ister
Rüştü Bey büyüdü evlenmek ister
Bağlantı
(Rüştü Bey : Mihrali Bey'in oğlu, Ali Bey : Mihrali Bey'in kardeşi)
-6-
Mihrali Bey'e Ağıt
Bell'oldu gittiğin benim efendim
İndelhan olanlar seni arıyor
Yıkıldı bir yanı koca Sivas'ın
Dervişan olanlar seni arıyor
Bozuldu elvanı yüce binanın
Gamı arttı içindeki çobanın
Kesildi kısmeti hane viranın
Cennette gılmanlar seni arıyor
Yükledi göçünü can Mehmet Ali
Bir zaman dillerde söylensin hâli
Mahir Bey kızının kırıldı kolu
Akıttı al kanlar seni arıyor
Gayri şahin uçtu dalda yar kaldı
Vefasız dünyanın ömrü az kaldı
Bağlar çiçek açmış güllü yar geldi
Bahçıvan olanlar seni arıyor
Ne muhalif değdi feleğin taşı
Yaktı nâsı ayrılığın ateşi
Yine eşkiyalar kaldırdı başı
Bezirgân olanlar seni arıyor
Hani senin gibi ellerde rehber
Senden ziya umar günler geceler
Çarşılarda esnaf köylerde rençber
Dağlarda çobanlar seni arıyor
Olanca muradın mahşere kaldı
Felek bu belâyı bizlere saldı
Âşık RUHSATÎ de meddahın oldu
Nice pehlivanlar seni arıyor
-7-
Mihrali Bey'in Sivas'a Geliş Destanı
Nasıl methetmeyem Mihrali Bey'i
Sivas ülkesinin beyi geliyor
O zâlim düşmanın elinde kalmaz
Sivas ülkesinin beyi geliyor
Herkes kaderine boynunu eğe
Ünü dağılmıştı şehire köye
Zarar ziyan gelmez Mihrali Bey'e
Sivas ülkesinin beyi geliyor
Acem yiğididir yahşıdır yahşı
Gösterir kendini kemâli şahsı
Ahbabı yaranı giderler karşı
Sivas ülkesinin beyi geliyor
Köyü Acıyurt'tur yeri Konak'tır
Böyle bir yiğidi görmeli çoktur
Yiğitliği veren ol Gâni Hak'tır
Sivas ülkesinin beyi geliyor
Püryânî bu anda söyler bitirir
Hakk'ın birliğine şükür yetirir
Yurdun şerefini beyler artırır
Sivas ülkesinin beyi geliyor
Tokatlı Âşık PÜRYÂNÎ*
-8-
Mihrali Bey Ağıtı
Nasıl methedelim Mihrali Bey'i
EyvaH Mihrali Bey gitti gelmedi
Düşman mı oldular kahraman sana
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Malın mülkün mirasçılar paylaşır
Rüştü Bey'in Konağ'ında eğleşir
Bacıların "Gardaş" deyi ağlaşır
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Sürmeler çekilir kirpiğe kaşa
Mihrali Bey o Yemen'e ulaşa
Günler sıcak olur çıkamaz başa
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Vasfedelim Mihrali Bey halını
Yiğitliğin şerefini şanını
Çifter hanım bekliyorlar yolunu
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Acıyurt iklimi Konak Köyü'nü
Ne bayramı belli ne de düğünü
Gözlerim gelmedi Ali Bey'imi
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
İsa Bey'in O'nun büyük gardaşı
Yemen'e yapmağa gitti savaşı
Ağlar Sivas halkı döker göz yaşı
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Aştı çayır çimen güller nergizler
Bütün yasta kaldı gelinler kızlar
Sivas ahalisi yolunu gözler
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Yemen dedikleri gayet sıcaktır
Konak Mihrali Bey yalan ocaktır
Ahbabın yarenin dostların çoktur
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Mihrali Bey ünün duyanlar ağlar
Gam çeker dostların kara yas bağlar
Ulaş Nahyası'nda köyler kan ağlar
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Ummazdım ki ol Yemen'de kalasın
Sıcağından böyle bir hoş olasın
Kars'ın kumandanı Acem balası
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Kahraman Mihrali yiğit bir kişi
Ne yazı bellidir ne soğuk kışı
Topladı orduyu otuz bin kişi
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Ne diyelim senin yiğitliğine
Âlem and içiyor hürmetliğine
Hak'tan bir inayet kuvvetliğine
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Biter mi hiç Mihrali Bey davası
Aslanın boş kalmaz yurdu yuvası
Bir beş değil atmış köyün ağası
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Öyle bir kumandan öyle paşaydı
Biner ata yüce dağlar aşardı
Mayetinde nice yiğit yaşardı
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
Bu Mihrali Bey'in bu halı böyle
Konuşurdu ağa paşa bey ile
Dinlen gel Püryânî yeniden söyle
Eyvah Mihrali Bey gitti gelmedi
17.3.1984
Tokatlı Âşık PÜRYÂNÎ
-9-
Mihrali Bey Destanı
Nasıl methetmeyem Mihrali Bey'i
Her yerde şerefi ünü söylenir
Yaptığı yiğitlik aklıma düştü
Üzerinden geçen günü söylenir
Bey'in çoktur anlatırsak davası
Titretti elinde koca Sivas'ı
Sürüyü sakladı Kangal Ağası
Her yerde şerefi şanı söylenir
Mihrali Bey ata biner yürürdü
Düşman görse korkusundan erirdi
Doksan üç'te gelenleri korurdu
Asâleti cinsi dini söylenir
Mihrali Bey sözlerini açmalı
Bunu yazıp tarihlere geçmeli
Kılıcıyla korkuturdu düşmanı
Kılıcı kalkanı kını söylenir
Mihrali Bey konu açanlar açsın
Senin ünün her tarafa dolaşsın
Dinlensin Mihrali tarihe geçsin
Verilir bu vasfı dili söylenir
Mihrali Bey'imi bilenler bilir
Güçlü idi bir orduya baş gelir
Ol her yerde kahramanlık söylenir
Böyle kahramanın hali söylenir
Mihrali Bey çıktı gine meydana
Ne kadar hanımdır doğuran ana
Kılıcı bölendi al kızıl kana
Gülşen bahçesinde gülü söylenir
Mihrali Bey senin nasıl duyuram
Yiğitlerden seni seçem ayıram
Yaradandır seni böyle kayıran
Püryânî bugünkü gün bunu söylenir
17.3.1984
Tokatlı Âşık PÜRYÂNÎ
-10-
Mihrali Bey
Aslan yatağını görmeye geldim
Kaldığı yerlerdir Merali Bey'in
Konağ'ı görünce düşlere daldım
Olduğu yerlerdir Merali Bey'in
Kahpeleri almaz imiş araya
Ak dememiş hatır için karaya
Seksen bir'de göçüp işte buraya
Geldiği yerlerdir Merali Bey'in
Her ana doğurmaz böylesi eri
Hayatında adım atmamış geri
Arayıp gönlünce kalacak yeri
Bulduğu yerlerdir Merali Bey'in
Dağların çökmüştür duman üstüne
Şiirler yazmışım zaman üstüne
Beş yüz atlısını yemen üstüne
Saldığı yerlerdir Merali Bey'in
İSMETÎ der cihat etti yılmadı
"Hürriyet demişti hayatın tadı
Tarihte şanına yakışan adı
Aldığı yerlerdir Merali Bey'in
III - MİHRALİ BEY'İN SOYKÜTÜĞÜ
Mehemmedeli (Memili)
(XVIII. yüzyıl ortaları)
_______________I______________
I I
Allahverdi (1789-1850) Abdulla (1805)
_________I ______ ______I______
I I I I
Gurban (1817) Memili (1823) Beli Gülehmed
I I (1830) (1836)
____I_________ I
I I I
Allahverdi Memmed I
(1848) (1850) I
I
________________________I_____________________________
I I I I I I
Mehrali* İsa (1850) Memmedalı Alı Hürü Keziban
(1844-1906) I I (1856-1906)
I I I I
Rüştü Bey I I I
(1877-1932) Şükrü Rüstem Şakir
I Fikri Ziyaddin
Nureddin Nadire Anber
Mehralı Hayriye
Karman Süsen
Turgut
Şemseddin
Zekiye
Şahdane
Meliha
Seniha
Not: Daha önce soy kütüğü tablosu, Prof. Dr. Valeh Hacılar tarafından son bilgiler etrafında tekrar gözden geçirilmiş ve yukarıdaki toblo oluşturulmuştur. Daha objektif bulduğumu bu tabloyu yukarıda aynen gösterdim.
IV. KAYNAKÇA:
Kaynak Şahıslar:
Beşir Sönmez, (48 yaşında, Sıvas Acıyurt Köyü'nden) Mihrali Bey'in Torunları Nurettin Memilioğlu (3.4.1984'te vefat etti.), Turgut Memilioğlu, Mihrali Memilioğlu (Derleme birkaç sene içinde yapılmıştır.)
Kaynaklar:
Aslan, Ensar, (1983), Mihrali Bey Destanı, Şükrü Elçin Armağanı, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Armağan Dizisi, Ankara, s. 11-17.
Danişmend, İsmail Hâmi; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, İstanbul, 1972.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, 1328 (1912).Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Sânisi, Anadolu Rus Muharebeleri, İstanbul, s. 86.
Gencosman, Kemal Zeki, (1972), Türk Destanları, İstanbul, s. 142-149.
Güney Eflatun Cem-Çetin Eflatun Güney (1963), Ruhsatî Hayatı ve Şiirleri, s. 182-183.
Hacılar, Valeh, Borçalı Mehralı Bey Tarihi Hekiketlerde (2001), Bakı.
Kars Savunmasında Bir Destan Kahramanı, Şubat 1983, Yıllarboyu Tarih Dergisi, s. 43-45.
Kırzıoğlu, M. Fahreddin, (1958), Edebiyatımızda Kars II, İstanbul.
Kırzıoğlu, M. Fahreddin, (1972), Karapapaklar, Erzurum
Kurat, Akdes Nimet, (1948), Rusya Tarihi, Ankara
Mehmet Arif Bey, Başımıza Gelenler, 1328 (1912), İstanbul.
Savaş Destanlarımız, (1970), Hayat Tarih Mecmuası, S. 6, İstanbul, s. 80.
Sevük, İsmail Habib; (1943), Yurttan Yazılar, İstanbul, s. 336-340.
Sırma, İhsan Süreyya, (1980), Osmanlı Devletinin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul.
* Karapapak adı tarihte ilk defa 1599 yılında Buhara Hanlığı belgelerinde geçer. Önceleri aşağı İdil civarında yaşamakta iken Timur'un zulmünden yahut da Rusların Kazan'ı işgal etmelerinden dolayı buradan ayrılıp Zerefşan (Semerkand'ın doğusunda) bölgesine gelmişler, sonradan Özü (Dnepr) ırmağının batısına geçmişlerdir. Kür-Aras boylarından göçme Sulduz Karapapakları da Tiflis'in güneyinde Borçalı (eski adı: Loru) sancağında mesken tutmuşlardır. Şii ve Sünni inanca sahiptirler. (Mihrali Bey, Sünnidir.) Yanlış olarak Şii olanlara Tat ve Acem, Sünnilere de Terekeme denilir. Halbuki, Karapapakların Acemlikle alâkaları yoktur. Kaza kuzu derisinden kalpak giydikleri için kendilerine bu ad verilmiştir. Karapapaklar zeki, çalışkan, iyi ata binen, iyi silah kullanan bir Türk boyudur. Zengin bir folklora sahiptir. (Acıyurt Köyü Folkloru ile ilgili olarak Türk Folklor Araştırmaları, Sivas Folkloru ve Türk Folkloru dergilerinde beş yazımız neşredilmiştir.) 93 Harbi esnasında bir kısmı Osmanlılara yardımcı olurken, ne acı ki bir kısmı da (Mansur, Tülü Musa, Latif, Kamil gibi...) Ruslarla elbirliği yapmıştır.
* Kurt İsmail Paşa 93 Harbi'nde Erzurum Valisi idi. Ahmet Muhtar Paşa'nın İstanbul'a çağırılması üzerine, onun yerine vekil olarak kaldı.
* Mihrali çevrede sık sık at yarışları düzenler, Konağında pehlivanlar barındırır, böylece ata sporlarının yaşamasına yardımcı olur. Barındırdığı pehlivanlardan Siciminoğlu'nun sırtını o devirde kimse yere getirememiştir. Bu pehlivanı uyurken kalleşlikle öldürmüşlerdir.
* Bu destanın şâirini maalesef tespit edemedik.
** Karapapak Âşık Şenlik (1853-1912) tarafından 1877 Nisan'ında söylenen koçaklama.
* Cendere Köyü'nden Karslı Bahri Efendi'den derlenmiştir.
**Mihrali'nin yakınları tarafından söylenmiş olan bu uzun havayı Malatyalı sanatçı Kemal Keskin plağa okumuştur. Bu yüzden bazı çevrelerce Mihrali Bey uzun havası Malatya yöresine mal edilmektedir. Bu yanlışlığı da ilgililer düzeltir düşüncesiyle, bilhassa belirtmek istedik. Uzunhava Sivas'ın Acıyurt Köyü'ne aittir.
* Halk her ne kadar "Acem" derse de yazımızdaki Karapapaklar dipnotunda da belirttiğimiz gibi bu, yanlış bir yakıştırmadır. Karapapakların Acemlikle alakaları yoktur.
* Mihrali Bey'in hanımları: Bahar, Gülgaz (Gülnaz).
Molla Ahmed'in Türküsü
Aslen Babadağ'lıdır. Genç, yiğit, yakışıklı bir delikanlıdır. Serde erkeklik var ya!ailesine küser tutar gurbetin yolunu. Gelir Şuhut ilçesine. Güçlülüğü ve cesaretinden ötürü delikanlılar arasında kendini hemen sevdirir. Efeler alayının başı olur.Sesinin güzelliğinden dolayıda müezzinlik yapar ara sıra.Bu yüzdende kendisine Molla lakap'ını takarlar. Molla Ahmet aynı zamanda kasabada kahvecidir. Kasabanın zenginlerinden birinin kızı bu özellikleri bulunan Molla Ahmed'e tutulur. Molla Ahmed'de bu kızı sever.
Anadolu'da böyle zengin ve güzel kızların gönlüne girmek için delikanlılar arasında rekabet bir görenektir. "Macar" lakaplı namert de kıza tutkundur. Arkadaşlarıyla birlikte Molla Ahmet'i bir kır alemine davet ederler. Mola Ahmet iyi yüreklidir, arkadaş'larının namert çıkacaklarına hiç ihtimal vermez. Kısa bir eğlenceden sonra ansızın Ahmet'i kıskıvrak bağlarlar. Hiç acımasız elini, kolunu , bacağını parça parça edip sazlığın oraya bırakır uzaklaşırlar.
Yakın köylerin köpekleri ağızlarında et parçalarıyla dolaştıklarında köylüler Molla Ahmet'i çoraplarından tanırlar. Suçlular yakalanır adalete teslim edilirler. Olay halk içinde nefretle anılır. Olay, türküde bütün inceliğiyle dile getirilmiştir.
MOLLA AHMED
Anne beni kırk pınarda kestiler,
Cepken'imi saz dalına astılar.
Anam babam benden umut kestiler.
Dalgın uykulardan uyan Ahmed'im
Yağlı kamalara dayan Ahmed'im
Yakuboğlu kamaları yağlıyor,
Neslihan kız siyim siyim ağlıyor,
Katil Macar kollarımı bağlıyor.
Kuş gibi meydanlarda dönen Ahmed'im
Neslihan yoluma ölen Ahmed'im.
Bir incecik yol gidiyor Bazlar'a,
Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara,
Selam söylen anam ile kızlara.
Dalgın uykulardan uyanamadım,
Yağlı kamalara dayanamadım.
Biçildi mi Seydi köy'ün çayırı,
Kadir MEVLA'm canı candan ayırı,
Hiç kalmamış Neslihan'ın hayırı
Koç gibi meydanlarda dönen Ahmed'im
Dostlar düşman imiş ben bilemedim.
Penceremin Altında Zerdali Dalımısın
Bu türkünün hikayesi Çankırı'nın Çerkeş kazasının Hacı Bey köyünde yaşanmıştır. Altı çocuğuyla beraber yoksul bir hayat süren, bütün umutları toprağa bağlı bir aile vardır. Bu ailenin Gülbahar isimli bir de güzel kızları vardır. Henüz on beş yaşında olan Gülbahar'ın gönlünde köyün zenginlerinden bir ağanın oğlu Murat yatmaktadır. Murat bu sevgiden habersizdi.
Gülbahar her gün testisini alır çeşmeye gider.Gider ama düşüncesiyle Murat'ı da beraberinde götürür. Testisini doldurur. Penceresinin önündeki zerdali ağacını sular,ama bu işleri yaparken hep Murat'ı düşünmektedir. Bir gün çeşme başında Murat'ı gördü. Heyecanını gizleyemedi Gülbahar. Elleri titriyor, yüzü durmadan renk değiştiriyordu. Murat dayanamadı sordu.
Beni sevdiğini söylüyorlar köyde doğrumu bu?
Gülbahar bu sefer daha da heyecanlandı, bir şey diyemeden kaçamak bir bakışla Murat'ın yüzüne baktı, hızla oradan uzaklaştı. Bakış o bakış Murat'ında içine bir ateş düşmüştür. Her gün çeşme başında buluşmaya başlarlar. Murat'ın babası bunu duyar. Oğlunun bir fakir kızıyla ilgilenmesini istemiyordur. Komşu köyden bir kızla Murat'ın nikahını kıydırır. Bütün umudunu yitiren Gülbahar ekmekten aştan kesilir. Günlerce ağzına bir şey koymaz. Artık her şeyin bittiğine kanaat getirir ve kendisini, büyük bir umutla beslediği zerdali ağacına asar. Çünkü davul zurna sesleri köyün sessizliğini yıkmıştı, gelin geliyordu. Her şeyden habersiz Murat pek düşünceliydi. Haberi duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Kendisine ve insanlara dünyaya lanet ediyordu. Çok geçmeden aklini kaybetti. Bir daha da eski haline gelemedi.
PENCEREMİN ALTINDA ZERDALİ DALIMISIN
Penceremin altında da a beyim
Zerdali dalı mısın?
Düşkün düşkün duruyonda a beyim
Benden sevdalımısın?
Hep kara leylide bakışır aman
Kaşları gözlere yakışır aman.
Penceremin altında da a beyim
Kitap açmış okuyor.
Perçemine yağ sürmüşte a beyim
Yel estikce kokuyor.
Hep kara leylide bakışır aman
Kaşları gözlere yakışır aman.
Pencereden bakıyor da a beyim
Şeker olmuş akıyor.
Bu sevda nasıl sevda a beyim
Beni candan yakıyor.
Hep kara leylide bakışır aman
Kaşları gözlere yakışır aman.
Kaynak:
Mehmet ÖZBEK
Folklor ve Türkülerimiz
Ötüken Neşriyat İstanbul 1994
Pos Pos Köprüsü
Salt bölgemize özgü bir Bati Trakya türküsü. Gümülcine şehrinin hemen yakınında yer alan Rodop dağları eteklerinde,halk arasında "Yaka"diye adlandırılan köyler dizisinin ilk koyu Sendelli'dir.Pos-Pos çayı kenarındaki Sendelli'de kırk kırk beş yıl önce yaşanmış bir namus olayının öyküsüdür bu türkü.
Tahminen 1946-1947 yıllarında Sendelli güzellerinden Fethiye Hanim hakkında koy içinde dedikodu yayılır. Aslen Büyükmüselim köyünden olan Fethiye Hanımla Sendelli'li Halil, evlilik hayatlarında iyi geçinmekte ve bir çocukları bulunmaktadır. Fakat kadın hakkında dedikodunun yayılması üzerine,Fethiye'yi kıskanan kocası, kadına anasının evine gitmeyi yasak eder. Bir gün, aile reisinin dağda odun kesmekte olduğu sırada esinin evde bulunmadığını haber alması, kocayı hiddet içerisinde köye dönmeye mecbur eder. Gerçekten kadın evde bulunmadığını ve dışardan gelmekte olduğunu görünce dut ağaçlarının bulunduğu bir yerde, karisini elindeki baltayla oldurur. Dağa çıkar,daha sonra Bulgaristan a geçer. Aradan birkaç yıl geçince tekrar geri döner, fakat köyünde barınamaz. Gidip Edirne'ye yerleştiği ve orada yasadığı söylenir. Fethiye Hanımla evliliklerinden olan çocuk da daha sonraları olduğu için bu ailenin tamamen dağıldığı görülür.
Tutucu bir toplum özelliği taşıyan Bati Trakya Azınlık halkının namus kavramına verdiği önem bakımından ilginç bir türküdür Pos-Pos köprüsü ...
Pos-Pos köprüsünü seller mi aldı
Fethiye'nin yavrusunu eller mi aldı
Gelme annem kum içindeyim
Sen beni bilemezsin kan içindeyim
Ben ne ettim ne ettim teyzeme gittim
Teyzemden gelir iken can telef ettim
Gelme annem gelme kum içindeyim
Sen beni bilemezsin kan içindeyim
Uyu Halil uyu ağacın altında
Fethiye'yi de vurdun dutun altında
Gelme annem gelme kum içindeyim
Sen beni bilemezsin kan içindeyim.
Kaynak:
Öyküsüyle Türküsüyle
Batı Trakya Türküleri
Reşit Salim- Osman H. Arda
Sazalcadan Çıktım (Halime)
Sazalca yıllar önce Türklerle Rumların birlikte yaşadığı bir köydü. Denegide' de (Yeşilburç) Hakkı adında değirmencilikle uğraşan yiğit bir Türk oturuyordu. Hakkı her gün değirmene gidip gelirken gördüğü Despina adlı bir Rum kızına aşık olur ve birbirlerini çok severler. Fakat din ayrılığı iki aşık için büyük bir sorun olur ve Hakkı ile Despina kaçmaya karar verirler. Bu durumu duyan Rum gençleri Hakkı' yı dövmek için plan yaparlar. Hakkı'nın yanında çalışan Rum genci bu planı duyar ve Hakkı'yı haberdar etmek ister ama geç kalmıştır. Tam bu sırada 5,6 Rum genci değirmenden içeri girer ve Hakkı' yı dövmeye başlarlar. Hakkı bir yolunu bulur ve değirmenden kaçarak Despina' nın yanına gider. Hakkı Despina'yı da alarak Bor'da ki halasının evinde saklanırlar.
O devirlerde Rumlar çok şımarık,sarayda ve Niğde meclisinde sözleri geçen bir topluluktur. Rumlar Hakkı' ya çok kızmış,onun yakalanması ve cezalandırılması için var güçlerini ortaya koymuşlardı. Sonuçta iki aşık saklandıkları yerde yakalanır ve Hakkı hapse atılır. Zamanın güçlü ağaları Hakkı'yı hapisten kurtarır ve aşıklar tekrar gizli gizli buluşmaya başlarlar. Hakkı'nın arkadaşları bu işe çare bulmak için Adana'ya giderek hükümet adamları ve zamanın Kadısı ile görüşüp onları ikna ederler. Hakkı bu görüşmelerden cesaret alarak Despina' yı bu defa Adana'ya kaçırır ve orada nikahları kıyılır. Rumlar bu olaya çok kızarlar ama artık yapacakları bir şey kalmamıştır.
Kaynak:
-ERCAN, Ali, Kara Kaş Gözlerin Elmas ve Niğde Türküleri, s.29,30, Niğde
İl Basım Evi, Niğde, 1965
-ONGAN, Halit, Niğde Halk Türküleri, s.54,55,56, Niğde Vilayet Mat., Niğde,
1937
Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz
Şen Olasın Ürgüp (Cemal'ım)
Türkü, öldürülen Cemal'e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir.* Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:
Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.
Ağıt, Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler. Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.
Türkünün asıl metni şöyledir:
Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez
Kıratın acemi konağı tutmaz
Oğlun da çok küçük yerini tumaz
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Ürgüp'ten de çıktığını görmüşlür
Kıratının sekisinden bilmişler
Seni öldürmeye karar vermişler
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Cemal'ın giydiği ketenden yilek
Al kana boyanmış don ile göynek
Sana nasip oldu ecelsiz ölmek
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Ürgüp'ten de çıktın kırat kişnedi
Üzengiler ayağını boşladı
Yağlı kurşun iliğine işledi
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Karlık ile başkadın pınar arası
Çok mu imiş Cemal'ımın yarası
Ağlayıp geliyor garip anası
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Cemal'ın giydiği kadife şalvar
Dükkânın kilidi cebinde parlar
Oğlun da çok küçük beşikte ağlar
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Kıratın üstünde bir uzun yayla
Ne desem ağlasam kaderim böyle
Gidersen Ürgüp'e sen selâm söyle
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Kıratım başımda oturmuş ağlar
Cemal'a dayanmaz şu karlı dağlar
Üzüm vermez oldu Karlık'ta bağlar
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
Giden Cemal gelir mi de yerine
İçerimde yaram indi derine
Cemal düşta kahpelerin şerine
Cemal'ım Cemal'ım algın Cemal'ım
Al kanlar içinde kaldın Cemal'ım
(seki : atın tırnaklarının üst kısmında bulunan beyaz kıllar)
* Bana Cemal'ım türküsünü ve türkünün hikâyesini göndermek lutfunda bulunan İsmet Aksoy'a şükranlarımı sunarım.
Yrd. Doç Dr. Doğan Kaya
Yandım Hudey Türküsü (Türkmen Gelini)
Seferberlik yıllarında askere alınanlar, ya çok uzun yılar sonra döner, yada hiç dönmezlermiş. Hele bu gidilen yer Yemen ise, geri dönme ihtimali hemen hemen hiç olmazmış.Çünkü gidenlerin çok azı sağ olarak geri dönüyormuş. Erzincan’dan bir delikanlı, uzun yıllar sevdiği kızla nihayet evlenir.Gelinle bir hafta bile birlikte kalmadan,askere alınarak yemene
gönderilir. Bunun üzerine hem gelin, hem de kendisi çok üzülür, ama; Çare yoktur, vatan hizmetine gidilecektir.
Askere giden delikanlıdan uzun bir zaman haber alınamaz. Bunun üzerine kendisinin öldüğüne kanaat getirilir. Bir süre sonrada bu delikanlının babası,oğlunun hanımını, yani gelinini kendisiyle evlenmeye ikna eder ve geliniyle evlenir.
Aradan birkaç sene geçer. Delikanlı bin bir türlü meşakkat!ten sonra askerliğini bitirerek Erzincan'a döner, köyüne gider. Evine varır ki, hanımı ev damında hamur yoğuruyor. Hanımı kendisini görünce şaşkınlık geçirir ve ağlamaya başlar. Delikanlı hanımına, sevineceği yerde neden ağladığını sorar. Hanımı iki gözü iki çeşme,durumu olduğu gibi delikanlıya anlatır. Delikanlı bu durum karşısında, beyninden vurulmuşa döner. Delikanlının başına gelenlere köy halkı da çok üzülür. Bu acıklı durumu;Delikanlının ağzından, aşağıdaki türkü ile dile getirirler.
Ev damına girdim aney,yandım hudey diley diley
Elleri hamur.
Gözünden akıyor bir sulu yağmur oy
Baba nerden aldın aney yandım hudey diley diley
Sen bu gelini
Odasına girdim kahve büşürür oy
Kınalı parmaklar aney yandım hudey diley diley
Fincan düşürür
Seni gören aşık aklın şaşurur oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini
Odasına girdim namaz’a durmuş oy
Kaşları gözleri aney, yandım hudey diley diley
Kendine uymuş
Seni gören aşık aklın şaşurmuş oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini
Keten köynek giymiş yakası nazük oy
Koluna yapturdum aney, yandım hudey diley diley
Altun bilezük
Öpmeye kıyamam sevmeye yazuk oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini
Bacasından çıkmış ayvanın dal’ı oy
Yüzüne de vurmuş aney,yandım hudey diley diley
Yazmanın alı
İşte görünüyor dünyanın halı oy
Baba nerden aldın aney, yandım hudey diley diley
Sen bu gelini
Elleri kınalı aney, Yandım hudey dily diley
Taze gelini
Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun?
Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.
Derin bir iç geçirdi.
Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
Gene derin bir iç geçirdi.
Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."
Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.
Resullarin Emine anaydı gelen:
- Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:
- Yoook, ağlamıyorum nene...
Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
- Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?
"Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
- Sus bacım, dedi. Sus! Bir başkası:
- Gözlerinden döktüğüne yazık!
Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
- El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
-Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..
- En doğrusu bu ama....
- Dinlemiyor ki!
- Bu gençlik, bu tâzelik...
- Yedi yıl, yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?
Sıkıldı, bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...
Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.
Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
Yedi yıl, yedi koca yıl!
Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..
Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
- Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu, taşıyor!
Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.
Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.
Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:
- Deli anam deli bu!
- Doğru bacım, deli..
- Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
- Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?
Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
- Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!
Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!
Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.
Canı ne yemek istiyordu, ne de su.
Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?
Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.
Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
- Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?
Ali susuyor, boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
- İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?
Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...
Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
- Hayırdır inşallah, dedi.
Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.
Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
Uykusunda düş.
Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.
O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:
- İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?
Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman
Gördün güzelleri ben unuttun aman
Beni evinize köle mi tuttun aman
Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman
Yarim sen gideli yedi yil oldu aman
Diktigin fidanlar meyveye döndü aman
Seninle gidenler silaci oldu aman
Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman
Yozgat Sürmelisi
Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı.
Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.
O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.
Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.
SÜRMELİ KIZIN ÖYKÜSÜ
Sürmeli Yozgat'ta yaşanmış Türk Halk Edebiyatının en güzel örneklerinden birisidir. Yozgat Sürmelilerinin ortaya çıkışı 19. yy. sonlarında İkinci Cihan Harbinin sona erdiği dönemdir. Hepsi 96 beyittir.
Sürmeli güzel gözlü sevgiliye bir hitaptır. Eskiden genç kızlar dışarıya çıkarken gözlerine sürme çekerlerdi ve gözleri daha alımlı olurdu. Bol feracelerinin içinde sadece gözleri görünürdü kızların.
Yozgat Sürmelileri yaşanmış öykülerin getirdiği birer sevda, hatta karasevda türküleridir. Bu bir anlık sürmeli gözlere bakış, yüreklerde büyük aşklara kara sevdalara başlanmış olur kor düşen yürekler sessiz sessiz yanar, ateşini genişletir ve ağızlardan sürmelinin sözleri olarak dökülür. Söylenen sözlerde acı vardır, hasret vardır, gurbet vardır. Sürmelileri dinlerken bu kadar duygulanmamızın sebebi bu sürmeli öykülerinde yakaladığımız duyguların kendimizde de bir yeri, bir acısının olmasındandır. Kısaca kendi aşklarımızı, hasretimizi buluruz Yozgat Sürmelilerinde.
Sürmeli Beyin en tanınmış türküsü ;
Of ooof !
Yozgat seni delik delik anam delerim
Kalbur olur toprağını anam elerim
Vay vay anam sürmelim
Eğer sürmelini yitirirsen anam
Koyun olur peşin sıra melerim
Vay vay anam sürmelim
Of oof ! Çamlığın ardında bir yuva yaptım
Yuvamın içinde sürü otlattım
Ben sürmelimi gurbete attım
Vay vay anam sürmelim
Yozgat türkülerinde hasret, sevda ve hepsinden daha çok yayla ve yayla ile ilgili konular işlenmiştir. Yozgat’ı en iyi anlatan “Türkü Yozgat Sürmelisi”dir. Sürmeli Türküsünden bir dörtlük şöyledir.
Dersini almış da ediyor ezber
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler
Bu dert beni iflah etmez del eyler
Benim dert çekmeye dermanım mı var
Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar
Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.
Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış.
Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.
Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.
Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur.
Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim
Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim
Kaynak:
Türk Halk Müziği ve Oyunları
Sayfa 164
Cilt1 Sayı4 Yıl1 - 1982
Pencereden Bir Taş Geldi (Mamoş)
Elazığ'ın koca Mustafa Paşa mahallesinde oturan Bekir hoca'nın genç ve güzel bir karısı vardır. Bekir hoca Harput'ta namusuyla ve iyiliğiyle tanınan yumuşak başlı temiz bir insandır. Karısı ise gençliğin verdiği tecrübesizlikle evli olduğu halde komşularından, soylu bir aileden olan genç, yakışıklı Mamoş (Mehmet) ile ilişki kuracak kadar toydur daha. Mamoş'la Bekir hoca'nın karısı arasındaki sevgi gittikçe alevlenir. Etrafta bunu sezmeye başlamıştır. Fakat sevdalılar buna rağmen her şeyden habersizdirler. Fırsat buldukça buluşur, konuşur, sevişirler. Bekir hoca bunun neye varacağını hesaplamaktadır.
Bir gün karısına Harput'a gideceğini ve akşam dönmeyeceğini söyler. Bu fırsattan yararlanan genç kadın Mamoş'u eve davet eder, yerler içerler, eğlenirler. Bekir hoca ise Harput'a gitmemiştir. Karanlık basınca eve gelir ve sessizce kapıyı kendi anahtarıyla açar, sevdalıların bulundukları odaya gelir. İçerden onların eğlenceli çığlıklarını duyar, tabancasını çekerek odaya girer. Girer girmez tabancasını ateşler Mamoş'u kalbinden, karısını da ağzından vurarak öldürür. Bu olaydan sonra Bekir hoca zaptiyeye teslim olur. Adli bir heyetin eve gelip olayı yerinde incelemelerinden sonra duruşma
sonunda Bekir hoca beraat eder.
İçli olan türkünün hikayesinde de böylece bir ders yatmaktadır.
MAMOŞ TÜRKÜSÜ
Pencere'den bir taş geldi,
Ben sandım ki Mamoş geldi.
Uyan Mamoş, uyan uyan,
Başımıza ne iş geldi.
Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.
Penceresi yeşil yaprak,
Mamoş giyer kara kapak.
Kör olasın Bekir hoca,
Yatağımız kara toprak.
Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.
Pencere'nin önü çardak,
Rakı içtik bardak bardak.
Körolasın Bekir hoca
Koymadın ki murat alak.
Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.
Evlerinin ardı kavak,
Yağmur yağar ufak ufak.
Kör olasın Bekir hoca,
Ağzımdaki kurşuna bak.
Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.
Dışkapıyı araladın,
Ah bahtımı karaladın.
Kör olasın Bekir hoca,
Mamoş'uda yaraladın.
Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.
Mamoş paltonu tutayımmı?
Hayrın için satayımmı?
Mezarında boş yer varmı?
Ben'de gidip yatayımmı?
Eyvah Mamoş, eyvah Mamoş
Tabib getir imdada koş.
Malatyalı Kalender
Kaynak:
Mehmet ÖZBEK